Toplumlarda ortak yaşamın sorunsuz olarak sürdürülebilmesi için bir takım kuralların olması(yaşamla deneyimlenmiş) ve bireylerin bu kurallara uyması gerekir. Yaşama ilişkin bu kuralları düzenleyen ilişkileri ahlak olarak adlandırırız. Ahlakın kapsamında iyi, güzel ve doğru ve yararlılık vardır. Eylem ve davranışlarda bu ilkelerin olması beklenir.
 
Yaşam çevreye uyum ile sürdürülen bir gerçekliktir. Çevre koşullarından kaynaklanan zorunluluklar yaşamın sürdürülebilmesi için bir zorunluluktur. Bu zorunluluklara uyum bireylerin yaşamını kolaylaştırır.

Yaşam zorunluluklarından kaynaklanan iş bölümü, yaşamın her alanında toplumsal kurallara uyma zorunluluğunu getirir. Bu nedenle ahlak olgusunu farklı ilişki biçimleri açısından irdelemek yararlı olabilir.
Ahlak ile gelir ve kazanç arasında nasıl bir ilişki var, pek bilemiyorum. Gelir ve kazanç vurgusunu özellikle aynı cümle içinde kullandım. Tanımlanmış kaynaklardan elde edilen şey gelir olarak alındığında, kazançla aynı olmadığı görülür. Kazançta tasarlanmış veya tesadüfi işlemler sonunda ve fırsatçılığında katkısıyla elde edilenler kazançtır. Fırsat denen şey işin içine girince ahlakın alanı daralır(!) Ahlak; dürüst, namuslu ve saygılı olabilmektir. Kapitalizmdeki birikim yöntemleri ahlakla uyuşmayabilir. Emperyalizm ise, küresel boyutta ahlakı ayaklar altına alır! Temelinde el koymak, yağmalamak, yoksun bırakmak ve zorlamalar var. Oysa ahlaklı bireyler, kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyleri başkalarına yapmamalıdırlar. Yönlendirmek, yanıltmak ve çarpıtmak olgularının ahlaklı yaklaşımlar olmadığı bilinir. Sömürmek olgusu sadece insanlığa karşı işlenen bir suç değil; tüm yaşamlar içinde tartışılmaz bir suçtur. 
Farklılıklar, ahlakı çarpıtan en önemli etkenlerdendir. Teorik olarak ahlaksal eşitlik ancak eşitler arasında söz konusu olabilir. Kurulu düzenler ve sistemler, ahlaksızlıkları görmezden gelme alışkanlıklarını sürdürürler. Ahlakı esneten en önemli etken farklılıklardır. Farklılıkların yapılandırdığı inanç ve milliyetçilik kavramları haksızlıklara kapı aralar. Haksızlık özünde bir aykırılık olduğu için ahlakla bağdaşmaz. Bu nedenle ahlak kapsamında yer alan, olanlar değil, olması gerekenlerdir. Olması gerekenler, insani normallerden oluşur. Birey elde ettikleri veya ele geçirdikleri şeyler için “benim hakkım” diyebilir. O zaman toplumdaki hak olgusunun geneline bakmak gerekir. Hak, hukuk, adalet üçlemesi eşliğinde gelir dağılımını incelemek yeterli ipuçları verir.
Gelir dağılımı en somut örnektir. Koronadan önce nüfusun %1’i ulusal gelirin %42,5’ini ve %5 %61’ini, %10 ise %81’ini alıyor ise; o toplumda hak, hukuk ve adalet söylemleri havada kalır! Az sayıda yüklenici(müteahhit) çok büyük miktarlarda değere sahip işleri alıyor ise; tüm dengeler dengesiz olmaya mahkum olur! Adil denge eşitlikle başlar. Ahlak toplumun güvencesi, vicdan ahlakın bekçisidir!
Ahlakın bir başka önemli ölçütü, hukukun üstünlüğünün âmâsız ve fakatsız kabul edilmesidir. Yasaların üstünde hiçbir kişi, kurum veya grubun olmayacağı gerçeğinin titizlikle ve ayrımsız olarak uygulanmasıdır. Anayasaların yaşama geçirilmesi ve yasaların hukuka uygunluğunun gözetilmesidir. Demokratik kurumlar ortadan kaldırıldığında veya işlevsizleştirildiğinde ahlak, mutlaka yara alır(!)
Bir başka açıdan bakıldığında; her koşulda farklılıkların varlığının kabul edilmesidir ahlak. Farklılıkların birlikteliği yaşamı zenginleştirir ve yaşanılası kılar. Sorunlara inanç grubu ve milliyetçilik önceliği ile bakmak ayrımcılığa hizmet eder. Ayrımcılık her koşulda bir bütünü olmazsa olmaz parçalarından yoksun bırakmaktır!
Bir toplumda yaşayan özgür bireylerin, onaylanmış ilişki biçimleri toplamı toplumsal ahlakı oluşturur. Farklı toplumların ilişkileri ve etkileşimleri, küresel ahlaka doğru yol alır. Buradaki tek sakınca, küresel aktörlerin ahlak anlayışlarının onaylanır olup olmadığıdır!
Türler içinde en ahlaklı olma potansiyeli taşıyan varlık insandır. Hal böyle iken, insanların büyük bir bölümü hayvanları yemede bir sakınca görmez!
Sonuç olarak söyleyebileceklerimiz şunlar: Toplu halde yaşamanın mutlaka kuralları olmalıdır. Toplumda oluşan kurallar, sınanan akılcı deneyimlerden oluşmalıdır. Pozitif kurallar geri dönüşlere kapalı, geleceğe yönelik olumlu katkılara da açık olmalıdır. Toplumsal kurallara uyma zorunluluğu toplumsal müeyyidelerle desteklenmelidir. Toplumsal müeyyideler özünde bir tavır alış olduğundan, etkinliği ilişki boyutunda ortaya çıkar. Etkileşim çemberi dışına itilen kişi, toplumdan yalıtılmış olur. Genel olarak böyle olmasına karşın; varlıklara(artı değer ve kaynaklar) bir biçimde el koyan kişiler, süreç içinde toplumda da egemen konuma tırmanırlar(!) “Körle yatan şaşı kalkar!” söylemi, baskın bir olumsuzluğu işret etmektedir. Buradaki körlük, hak, hukuk ve adalete bakıştır!