Yıl 1970…
Hayır bilemediniz, burası Paris değil.
Londra, Lizbon, Madrid, Bern, Brüksel, Viyana, Roma, Amsterdam, Berlin, Atina da değil…
Bir kez daha bakın, dikkatlice, daha bir yakından.
Mekanına değil, içeriğine bakın fotoğrafın.
Ne görüyorsunuz?
Bir kaldırım, bakımlı çiçekler, ağaçlar, ağaçların gölgesi…
Sonra?
Sonra uygar görünüşlü kadınlar, erkekler; yani çok bilinen tanımlaması ile, “sokaktaki insanlar”…
Ama onlar o zamanlar [yani 1970 yılında] hepsi birden, teker teker birer “birey”diler.
Vatandaştılar, yurttaştılar.
Sonra vatandaşlığı da, yurttaşlığı da bir kenara bıraktılar, bı-rak-tı-rıl-dı-lar…  Ve ümmet adı verilen kalabalık bir yığının içinde kendilerine çizilen kaderin içine yuvarlandılar.
Daha fazla lafı itip kakmaya, geveleyip, topu taca atmaya gerek de yok, altı çizilecek bir anlam da.
Yukarıdaki fotoğraf 1970’in Tahran’ından alelade bir görüntü.
Hepsi bu kadar.
Ne yazılabilir ki, bu satırın bir altına; hüzünden başka?
Ama ders çıkartılabilir!
Önemli, değerli, ciddi bir ders!
Evet bildiniz, o ders bir kurbağa misalini anımsamaktan geçiyor.
Su yavaş yavaş ısıtıldığında sıcaklığı birden hissetmiyorsunuz. Alışıyorsunuz. Su giderek kaynamaya başlıyor; a-lış-tı-rı-lı-yor-su-nuz!
Ve sonra da…
Örneğin… Kâğıda gelen zammı, kitaba gelince değil de, tuvalet kağıdına gelince anlayabilen bir birey [sonra da toplum] olup çıkıyorsunuz…
Ve en sonunda da ülkenize de, dünyaya da ve belki de tüm insanlara da işte böyle tül perdeli bir pencereden bakıyorsunuz.
Fokur fokur kaynaya kaynaya…
Ba-ka-ka-lı-yor-su-nuz!