İstenir ve beklenir durumdan uzaklaşmak çökmenin başlangıcıdır. Bir bütün (millet) dikkate alındığında, genel çoğunluğun istenir hallerden uzaklaşarak refah düzeyini kaybetmesi anlamına gelir çökmek(!) Gandi, işsizliğin en büyük işkence olduğunu söyleyerek, bir toplumsal gerçeğe parmak basmıştır. 

Temizlik görevlisi alımını duyuran ilana dört binden fazla başvuru oluyor ve bunun bin küsuru üniversite(dört yıllık- lisans) mezunu. On milyonun üstünde işsizin olduğu bir ülkede bu gibi oluşumların kaçınılmazlığı görülüyor. Hal böyle iken büyüdüğümüz söyleniyor. Büyümenin önemli kalemlerinden biri, zorunlu krediler(!) 

Bir zamanlar gerçekten de çok güzel bir ülke vardı. Kendi kendine yetebilir durumda olan bu ülke; üretemediklerini, ürettikleriyle karşılıyordu. Kendi kendine yetebilmenin güveniyle bağımsızlığın ve özgürlüğün kıvancını duyuyordu. 

İnançsız bir insan olur mu? İnançsızlardan oluşan bir toplum var mı? Bu soruların yanıtı kocaman bir hayırdır. Çünkü hiçbir şeye inanmayanlarda inanmamaya inanırlar. Asıl olmaması gereken, herkesin tekil kişilerin istedikleri gibi inanmalarını beklemektir. Bu noktada inancın kişisel olduğu unutulmamalıdır. Her birey, algılamaları doğrultusunda gereksindiği kadar inanır. 

Bir gün inançlı olduğunu söyleyen insanlar ortaya çıktı. Daha çok inandıklarını söylediler. Ve inandıkları gibi yaşamak istediklerini söylediler. Bu söylemlerini yıldırırcasına yinelediler(!) Daha sonra, inandığını söyleyenlere inananlar hızla çoğalmaya başladı. Sonra bunlar bir gün ülkeyi yönetir konuma geldiler. 

Bu güzel ülkenin bütün varlıklarını, kendileri için ve yandaşlarının yararına kullanmaya başladılar. Önce liyakat ve laiklik çöktü. Ehliyetsiz kişiler, yakınından bile geçmeye çekindikleri kurumların başına getirildiler. Bu gelişmeler, öteki kurumların tek tek çökmesiyle sonuçlandı(!) Çağdaş bir devletin olmazsa olmazı olan kurumlar önce itibarsızlaştırıldı. Ordu, kendi çevresini boşaltırken; kendisinin altını oyduğunun farkına varamadı!  

“Ağaç yaş iken eğilir.” Dediler ve gencecik yavruları eğdiler. Yetenekli ve başarılı yavruları öyle bir eğdiler ki; onlar bir daha doğrulamadılar. Fetö, koca bir devleti bu eğiklerle ele geçirmeye çalıştı(!) Sözde eğitimle, gerçek eğitimin olasılıklarını ortadan kaldırmak amacıyla yığınla planlı yanlışlıklar yapıldı. Cahil ve muhtaç bir nesil yetiştirmeyi, doğal akarları bozmayı amaçladılar! 

Kendileri için “hak” olarak gördüklerinden güç alarak, başkaları için yükümlülükler üretmek, nasıl bir kafa yapısının ürünüdür bilinemez! Yaptıkları hukuka aykırı yasalara, kendileri dışında kalanların uymasını istiyorlar. Kendilerini, yasaların üstünde konumlandırıyorlar(!) Böyle bir yapıda en değersiz olan şey, insanlık(!) Kendilerini insanüstü görmeleri, ötekileri değersiz varlıklar konumuna düşürüyor. Ve her şey, sadece kendileri için; oysa her şey, her şeyden önce tüm varlıkların yaşamı içindir. Sorumluluk, tüm ötekileri dikkate alan bir pozitif duygudur. Sorumluluk her koşulda yaşamların gereği ve güvencesidir. Yaşam, varlıkların olmazsa olmazı olan ve onları sarıp sarmalayan bir gömlektir! 

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan 

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan 

                        bu memleket, bizim. 

 

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 

ve ipek bir halıya benziyen toprak, 

                        bu cehennem, bu cennet bizim. 

 

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 

yok edin insanın insana kulluğunu, 

                        bu dâvet bizim.... 

 

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 

ve bir orman gibi kardeşçesine, 

                        bu hasret bizim...