İftara 20 dakika var.  Belediyenin önündeki iftar çadırının önünde onlarca metre uzunluğunda bir kuyruk, yemeğini kapanlar büyük çadırın içinde kayboluyorlar.  Kuyruğun şimdiye dek tanık olmadığım bir özelliği var: Abartı değil, kuyruktakilerin hemen hepsi genç, tavır ve giyimlerinden üniversiteli gençlik.  Konuşmuyorlar, başlar eğik, bakışlar donmuş.
Üniversite yıllarımdaki gençliği düşündüm, özellikle birlikteliğimden her zaman kıvanç duyduğum “68 Kuşağı” gençliğini.  Biz de yoksulduk, bazen ekmek yerine suyla “doymaya” çalışırdık.  Ama sinik değildik; başlar dik, yumruklar sıkılı ve “Kahrolsun emperyalizm, yaşasın tam bağımsız Türkiye” haykırışları.  Kendileri için bir talepleri yoktu; tek istedikleri halk için güzel bir dünyaydı.  Baş eğmediler, ölümlere yürüdüler; gelecek kuşaklar için daima gururla anılacak tarih sayfaları bıraktılar.
Bir de Ülkücü Gençlik vardı; Anadolu’nun derinliklerinden kopup gelen “dizginlenemeyen deli gençlik”ti.  Ne yazık ki, işbirlikçi siyasetçilerce yurtsever gençliğin üzerine sürüldüler, yıllar yılı  kardeş kanı aktı.  Yürek yakan hazin bir geçmiş…
İftar kuyruğundaki manzaradan önemsediğim şu: bir tabak yemeğe boyun eğen bu silik gençlik geleceğini hazırlayabilir mi?  Atatürk’ün kendilerine verdiği “vazifeyi” başaracak durumdalar mı?  Bu tür sorular çoğaltılabilir ve hiçbirine “evet” demek olası değil.
Gençlik okumuyor;çoğunlukla cep telefonu tiryakisi.  Kendini önemsemesi,geleceğin efendisi sayması lazım.  O ruhunda deli taylar koşturan gençlikten eser yok!
Üniversite gençliği öncelikle ülkesinin sorunlarına odaklanması gerek.  Ne gezer!  Tek amaçları okul bittiğinde bir işe-ne olursa olsun-kapılanmak, fırsat olduğunda kapağı yurt dışına atmak.
Bu, böyle devam edemez. Miskinlik duvarları yıkılmalı; gençlik yakın geçmişiyle tanışarak ön safta uygarlık mücadelesini yürütmeli.