Toplum yararını ve ülke çıkarını dikkate almayan yaklaşımlar, bilgisizlikten ve bilinç yetmezliğinden kaynaklanabilir. Fakat unutulmaması gereken şey; kişilerin kaybı toplumun kaybı, toplumun kaybı ülkenin kaybıdır. Küresel boyutta soruna yaklaşıldığında ise; bir ülkenin kaybı öncelikle insanlığın ve ona bağlı olarak da doğanın kaybıdır.
Yaşamın büyük bölümü tekrarlardan oluşur. Tekrarlar, gözlemlere dayalı içselleştirmelerdir. Tekrarlar zararı olmayan gerekli ve yararlı şeylerdir. Bir eylem veya işlemin zararı görüldüğü an, irdelenerek yol veya yöntemler değiştirilir.
Tekrara dayalı davranışlarda da uyulması gereken ilke veya kurallar vardır. Bu alışılmışlar dikkate alınmadığında, bazı sorunlarla karşılaşmak olasıdır. Bilim ve bilinç olası sorunları asgariye indirebilir. Bu kapsamda liyakate vurgu yapmak kaçınılmazlardandır. Liyakat hak etmekle beraber, öngörüyü de bünyesinde barındırır. Bir çalışanın veya yöneticinin inisiyatif kullanması, hem önemli hem de gereklidir. Maliyeti düşürerek zamandan kazanma şansı tanır. Liyakat= ehliyet= ustalık, uzluk olarak tanımlanmaktadır. Bir kimsenin kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu olarak ifade edilir. Layık olma, yararlılık, değerlilik, istihkak; ehliyet, iktidar.  Sözlüklerde vurgulanan bu nitelikler, özgünlüğün ve üretkenliğinde kaynağıdır.


Yanlışı tekrarlamak, hata veya kusur değilse; doğrudan doğruya kasıttır. Kasıtlı iş, eylem, karar ve uygulamalar; toplumun bir kısmına kazandırırken, bir kısmına da kaybettirir.  Kazananlar güçlenirken; kaybedenler kan kaybetmeye devam ederler. Bu kelimenin tam anlamıyla bir sınıfsal yaklaşımdır. Her zaman kazananların yanında olan ruhban sınıfı asalak(üretmeden tüketen) bir kesimi temsil ettiğinden, onları denklemin dışında bırakabiliriz. Söz konusu olan emekçiler ve sermaye sınıfıdır.
Yığınlar için zararlı olan politikalar özellikle kriz bahanesiyle ve buhran dönemlerinde uygulanır. Üstte vurguladığımız tekrar olgusu, hiçbir koşulda zararlı olanı önermez. Görülen hataların düzeltilmesi liyakatli yöneticilerin ve devletin omurgasını oluşturan kurumların öncelikli görevlerindendir.
Görülen o ki, önemli olan bizim(emekçilerin)tepki duymamız değil; özenle beslenip (dövizle) büyütülen küçük azınlığın ulusal gelirden en büyük payı almasıdır(!) Bunu sürdürebilmek için ileri sürülen kimi varsayımlar şöyle:
1-Faizleri düşürerek döviz kurunu yükseltmek,
2-Kamu bankalarını düşük faizli kredi vermeye zorlamak,
3-Paranın değerini bilerek ve isteyerek düşürerek olası ücret artışlarını etkisiz kılmak,
4-Tl’den dövize geçenlerin kazancını artırmak(mevduatların %60’ı döviz hesaplarında),
5-Gerilimi artırarak, olası baskı ve şiddeti baştan meşrulaştırmak,
6-Ülkeyi bir ucuz emek cehennemine çevirmek(!)
Bu ve benzeri politikalar istenerek uygulandığında; yoksullar daha da yoksullaşırken; zenginler ise zenginleşmeye devam eder! Zenginleşmek güç sahibi olmak demek, zenginleşmek, otoriterleşmek demek(!)
Bir etkileşimli tırmanış yaşanıyor. Döviz artıyor ve fiyat artışlarıyla enflasyon artıyor. Bu iki olumsuzluğu durduracak tek yol, üretimden geçiyor. Ancak burada da bir problem var. Üretimimizin girdilerinin yaklaşık olarak %70’i ithalata dayanıyor(!) Üretim girdileri içinde en çok baskılanan emek oluyor.
Önce havadan kazananları, sonra da havadan kazandıkları paralardan para kazananları kınıyorum!