Sistemler, kuralsızlıkları görülmez kılan, farklılıkları yumuşatarak kılıfına uyduran toplumsallaştırılmış çerçevelerdir. Sistemler, eşitsizliklerin birlikteliğine zemin hazırlar. Sistemlerin zorla yaptırımları kitlelere “meşru” olarak algılatılır.
Varlıkların işletimi, kaynakların kullanımı ve paylaşımın belirlenmesi; hak, hukuk ve adalet çerçevesinde ve fırsat eşitliği temelinde yapılır ise o zaman demokratik bir toplumdan söz edilebilir. Toplum olanakları nedeniyle tüm vatandaşlarına lüks bir hayat yaşatacak kadar zengin olmayabilir; gelir bölüşümünün adil olması toplumu huzurlu kılar. Yeterli kaynakları olmasına karşın, bölüşümde fırsat eşitli göz ardı ediliyor ve birileri kayrılıyor ise, o toplumda ne huzurdan ne de adaletten söz edilemez. Böyle bir toplumun mutlu olduğu da iddia edilemez. Toplumun çimentosu  “güvendir”.
Kontrollü düzensizlik kuramı, sosyolojide “Sosyal Düzensizlik Teorisi” olarak vurgulanıyor. Bu konu ile ilgili çalışmalarda kuralsızlık ve suç çağrıştırışından hareketle fakir semt yoksulları ele alınıyor. Oysa yoksulluğun(bağımlı yoksullar olarak) yönetildiği ülkelerde kontrollü düzensizlik, iktidar çevrelerinde kurgulanıyor. Örneğin; kent kırsalının ortaya çıkmasının en belirgin nedeni, demokratik ilkelerden ve sosyal politikalardan uzaklaşılmasıdır. Demokratik ülkelerde kırsaldan kente göç; “saldım çayıra, Mevla’m kayıra” mantığıyla yapılmaz. Önce alt yapı ve kültürel ortam hazırlanır. Kentleşememiş köylülerle, köylülükten kurtulamamış kentliler büyük yığınları oluşturur. Toplumun bedenini oluşturan orta kesimin azı yukarı tırmanırken, azımsanmayacak kesimi aşağıya yuvarlanır(!)
Kurama ilişkin temellendirmeler, göç olgusuna oturtuluyor. Göçler suçun beşiği olarak gösteriliyor.
Suriye’den ülkemize milyonlarca insanın göç etmesinin nedeni o çaresiz insanlar değil, kendi çıkarları için vekâlet savaşlarını çıkaran emperyalistlerdir.
Suç ve suçluları göç etmek zorunda kalan insanlar içinde aramak sadece bir sınıfsal aldatmacadır. Aynı şeyi iç göç içinde söyleyebiliriz. Bir takım çıkarcı aracıların dayattıkları politikalar sonucunda bir kısım vatandaşlar büyük kentlere göçmek zorunda kalırlar. Çünkü bu insanların bulundukları yerlerde karınlarını doyurmaları olanaksızlaştırılmıştır(!)
Halkını düşünen bir iktidar, sosyal maliyeti ne olursa olsun çiftçisinin üretimden kopmaması için gerekli önlemleri almalıdır. Bu önlemlerin başında planlama, yol gösterme ve destekleme vardır. Her koşulda çıplak maliyete, sosyal maliyet eklenmelidir. Ayrıca göç olgusu bazı suçlar için bir neden değil; gizlenmek istenen sınıfsal suçların sonucudur! Sınıfsal suçların faturasını genellikle emekçiler öder(!)
Yönetenler ülkelerinin hizmetinde değil, kendilerini yönetenlerin hizmetine girerse, ülke yararından söz etmek güçleşir. Teorik olarak yasaların, ülkenin tüm vatandaşlarının çıkarlarını savunduğu varsayılır. Ancak, bu varsayım yaşamla test edildiğinde, gerçeği yansıtmadığı görülür. Yasaların koruyan ve güvenceye alan yanları olduğu gibi, özgürlükleri sınırlandırdığı da bir gerçektir. Yasalar genellikle bir alan belirler ve sınırlar koyar.  Aslında her yasa bir toplumsal sözleşmedir ve bunu belirleyen de sınıfların örgütlülük düzeyidir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Kontrollü Düzensizlik Kuramı, egemenlerin tasarlayarak uyguladıkları en yaygın yanıltıcı politikalardan biridir!
Not: Bu yazım, 23.03.2018 tarihinde Mavi Didim’de yayınlanmıştır.