Doğanın doğal kurallarından biridir.Değişim hızlanınca,geçmiş de hızla uzaklaşır şimdilerden.Böyle bir yabancılaşma sürecini yaşamaktayız.Değişimler sadece yapıları değil,değişen yapıların tanımlarını da değiştirir.Tanımlanmamış veya tanımı güncellenmemiş hiçbir şey temel olarak yada ön kabul olarak alınmamalı ve ileri sürülmemelidir.Yaşadığımız küreselleşme süreci ulus devletlerin biçimini ve içeriğini değiştirerek onlara yeni işlevler yüklemiştir.Kimi devletler küre üzerinde yer belirlemek için kullanılan adreslere dönüştürülmüştür.Devlet, uluslar üstü sermayenin kolaylaştırıcısı olarak bir anlaşma platformu gibi kullanılmaktadır.Bu anlaşmaların önemli bir kesimi halktan saklanan gizli anlaşmalardır.Bunun yanı sıra ,kendi emekçilerini zaptu-rapt altında tutan;zor kullanma tekeline sahip olan ve istediği kesimlerden istediği kadar  adaletsiz vergileri toplayan, kendi güvenliği için bireylerin özgürlüklerini sınırlayan bir kurum olarak tanımlanabilir.Bu denetimsiz yapılar tüm alanları etkisi altına almaktadır ve demokratik bir firen mekanizması(denetim) yok(!)


Devlet güncel görüntüsünden dolayı bu şekilde tanımlanınca, vatandaşlığı da yeniden tanımlamak gerekecektir. Vatandaşlık, devlet yapısı içinde özgür iradi katılımlı bir yapıda anlamını bulmaktadır. Ancak, ulus devlet çözülürken, ondan eski işlevlerini yerine getirmesini beklemek olanaksızdır. Yani; eğitimi, sağlığı, savunmayı, adaleti, can ve mal güvenliğini eski belirlenmişlikler doğrultusunda sağlamasını ve bu görevlerini yerine getirmesini beklemek olanaklı gözükmemektedir(!) Zaten küreselleşme süreci içinde karar mekanizmaları ulus devletlerin dışına kaydırılmıştır. Bütçe ve yatırım kararları ülke dışında alınmakta ve ilgili hükümetler bu doğrultuda görevlendirilmektedirler.Bu bağımlılığın da eklenmesiyle,ulusal Pazar egemenliği bazı devletlerin denetiminden çıkmıştır.Ama, aynı süreçte ulus üstü sermayenin çıkarlarını yasal ve kurumsal güvencelere kavuşturmak ve yerel güçlerle rekabette avantajlarını korumak için yasal yaptırımlara zorlanmaktadırlar(kanun hükmünde kararnameler ve yeni anayasa).Bu yolla yerel kayırmalar,teşvikler ve erk ayrımcılığı yapılmasının önüne geçilmek istenmektedir.Kısaca vurgulamak gerekirse; ulusal ve yerel alanlardaki sermayenin kaçak ve kayıplarını önlemek için (eğitim ve sağlık için yapılan harcamaların, sadece sermayenin turnikesinden geçmesi için), gerekli düzenlemelerin yapılması istenmektedir.Bu istemler kimi zaman otoriter tonlarda yapılmakta ve şantaj kokmaktadır(!)..


Güvenlik, ülkenin ve vatandaşın güvenliğini öteleyerek, pazar güvenliğini ön plana çıkarmaktadır. İçi boşaltılan kılıf devletler, öncelikli olarak pazarın güvenliğini sağlamaya çalışmaktadırlar. Üstelik, pazar güvenliğini sağlayan görevlilerin maaşları ve giderleri ülke yoksulları tarafından finanse edilmektedir.Yani farklı bir biçimde ifade edersek:mal güvenliği vatandaşlarımızın can güvenliğinden önde gelmektedir.Güvenlik dendiğinde sadece dışarıdan gelecek düşmanların saldırıları anlaşılmamalıdır.Bireyin varlığını tehdit eden her şey (işsizlik, eğitime erişememe, sağlıksız beslenme, yoksulluğun neden olduğu geçimsizlikler ve güvencesiz bir gelecek korkusu vb.) yaşam güvenliği olarak algılanmalıdır. Soruna bu şekilde yaklaştığımızda; işsizliğin, yoksulluk ve yoksunlukların da güvenlik sorunu olarak ele alınması gerektiğini görürüz. Hatta kamusal varlıkların yetersiz ve tutarsız gerekçelerle elden çıkarılması da… Mülkiyetten yoksun bırakmak aynı zamanda paylaşımdan uzaklaştırmaktır!
Özellikle halkın emek ve birikimleriyle vücut bulmuş olan iktisadi kuruluşlar, bilinçli tahriplerle birlikte yanıltıcı gerekçelerin ardına sığınılarak haraç-mezat satılmaktadır. Bu satışlar sırasında kimi çevrelere çıkarlar sağlanmaktadır. Ayrıca erk ayrımcılığı uygulanarak yakın çevrelere haksız kazançlar sağlanmaktadır. Dahası, özelleştirmeler sonrasında teknoloji yenilemeleri yapılmamakta, ek istihdam sağlanmamakta ve mülkiyetin yaygınlaştırılması savları gerçekleştirilmemektedir. Blok satışlarla tekelleşmelere, çalışanlar azaltılarak istihdam daralmalarına neden olunmaktadır. Aynı süreçte kamusal alan daralmakta ve bireylerin yaşama katılım olanakları dolaylı bir biçimde ellerinden alınmaktadır!


Bir yandan devlet elindeki hizmet kurumlarını elden çıkarırken, öte yandan bu hizmetleri paralı hale döndürmektedir. Devlet geriye kalan işlevlerini yerine getirmek için ağırlıklı olarak dolaylı vergileri ve emek gelirlerinden alınan vergileri ön plana çıkarmaktadır. Emeği ile geçinenler ve emeği ile geçinenlerin sırtından geçinenlerden oluşan bir yapı egemen kılınmaktadır! Ülke yoksulları öncelikle sırtlarından geçinen egemenlerini ve sonra da açlarını doyurmak zorundadırlar(!) Bu olgular ışığında vatandaşlığı yeniden tanımlamak kaçınılmaz hale gelmiştir.
Arz ve talebin kesiştiği emek pazarı, son belirlemede bireylerin nerede yaşayacağını da belirlemektedir. Ulus üstü şirketler devlet eşiğini atlayarak farklı uluslar bileşenine dönüşünce, önceden var olan devlet sunumlarını da belirleyici düzeyde ele geçirmiştir. Doğrudan emek arzının muhatabı ve belirleyeni konumuna gelmişlerdir. Çalışmak ihtiyacı içinde olan kişiler emek pazarına sunumlarını (kafa ve kol emeği) onların istediği biçime dönüştürmek zorundadırlar. Yani, hizmet üreteceği alana ilişkin bilgi ve becerileri kendileri kazanmak ve hızla gelişen değişimleri de bilgi ve beceri olarak öğrenerek kanıtlamak zorundadırlar. Kısacası iş için gerekli olan bilgi ve becerilerin giderlerini karşılamak da onların sırtına yıkılmaktadır. Bu ilişkiler kaçınılmaz olarak devletle bireyler arasındaki ilişkileri değiştirmektedir. Tüm bu oluşumlar pazara bağımlı bir vatandaş türünün gelişmekte olduğunu göstermektedir(ithal doktor, hemşire ve mühendisler bu kapsamda değerlendirilmelidir). Bireyler üretme koşullarından yoksun bırakılmalarına karşın;yoğun biçimde tüketime katılmaları doğrultusunda özendirilerek teşvik edilmektedirler.Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak;geleceklerini bugünlerde tüketmektedirler.Bu olgu PAZAR VATANDAŞLIĞI kavramını gündeme getirmektedir.Çünkü varlıklar hızla el değiştirmekte ve belirli odakların eline geçmektedir.Her değişim öncelikle emekçilerin yaşam alanlarını daraltmaktadır!


Birey kafa ve kol emeğini satarak (nitelikli emek) geçimini sağlıyor ise; buna en yüksek değeri vereni tercih etmesi doğaldır. Emek ve sermaye kendisi için uygun olanı tercih etmek özgürlüğüne sahiptir. Ama bu özgürlük, koşulların belirlediği alanlarla sınırlıdır. Sınırlardaki değişim ise, sürekli olarak emekçilerin aleyhine olmaktadır! Bu saptamalar sonucunda şunu söylemek olası: Emek kendisi için uygun bulduğu pazara yönelir. Ancak, henüz mobilize olan sermaye karşısında emek akıcılığı gerçekleştirilememiştir. Pazar vatandaşlığı olgusunun nasıl gerçekleşeceğini yaşayacağımız süreçler gösterecektir. Bu özgürlük için bireylerin beklenmedik bedeller ödemesi kaçınılmaz gözükmektedir.
Tek tek ödeyecekleri bedel, son belirlemede insanlığın ödeyeceği bir bedeldir. Ancak, bu noktada iradi müdahalecilik devreye girmelidir. Emek güçleri, yerel ve ulusal boyutta her alanda örgütlenerek(çalışanlar ve çalışmak isteyip de çalışamayanlar) ulus eşiğini atlayıp, küresel örgütlülüklere yönelmelidir. Emeğin küresel örgütlülüğü öncelikle emekçilerin ve son belirlemede de dünya insanlık ailesinin güvencesi olacaktır. Pazar vatandaşlığı doğal çevreyi farklı biçimlerde tahrip etme potansiyeli taşımaktadır.Özgünlüklerin yok olması ve kamusal alanların daralması gibi olumsuz sonuçlar kaçınılmazdır! Kürede yok edilen her varlık,  kürenin yoksullaşmasına neden olur!