Saat 10.00 suları.
Eylül güneşinin yazı aratmayan sıcaklığında dinleniyorum.  Benden sonra denize giren orta yaşlı, saçlarına karlar yağmış biri denizden çıktı, yanıbaşımdaki şemsiyenin altına çöktü.  Hastalıklı bir hali vardı.
Neden sonra telefonu çaldı, karşıdakine “hocam” diye hitap ediyordu.  İster istemez kulak misafiri oldum.  Konuşmalardan yanımdakinin bir üniversitede idari işlerde görevli olduğu; coronaya yakalandığı; nekahat dönemi için bir haftalık tatile çıktığı anlaşılıyordu.
“Hoca” kendisinden hizmetle ilgili bir şey talep ediyor, muhatabı bunun güç olduğunu, ancak oradaki arkadaşlarıyla görüşüp yardımcı olacağına söz veriyordu.
Söyledikleri üniversitelerin hali pür melalini olanca çıplaklığıyla yansıtıyordu:
“Eskiden olsaydı bunlar için beni aramanıza gerek kalmazdı.  Hatırlar mısınız, eski rektör ... beyle  ilişkilerimiz ne kadar yakın ve yapıcıydı.  Bizimle arkadaşça oturur, ihtiyaçlarımızı birlikte tesbit ederdik.  Şimdikiler tam tersi.  Hastalanmadan önce binbir müşkülatla kendisinden randevu alabildim.  İhtiyaçlar konusunda konuşmaya henüz başlamışken, sözümü kesti ve ne dedi biliyor musun; beyefendi siz kendi işinize bakın, biz de kendi işimize.  Hocam, üniversiteler çoluk çocuğun elinde kaldı.”
Üniversiteler açılıyor.  Liyakattan ve bilim adamlığından uzak bir gurubun elindeki okullarda nice umutlarla okuyan gençlerimiz, üniversite eğitimi adına bir “yok yıl”daha geçirecekler.  Üniversitelerde gerçek bilim adamları var mı?  Var.  Ancak despotik bir yönetimin yandaşlığını yapan sözde hocalar yönetim noktalarına çöreklenmişler, onlara fırsat tanımıyorlar.
Eve vardım. Bir tv programında Deva Partisi Genel Başkanı Babacan konuşuyordu:
“YÖK’ü kapatacağız.  Üniversitelerimizi ehil ellere teslim edeceğiz.”
Teslim edilsin ki, yüksek okullarımızın üstündeki kara bulutlar dağılsın; genç insanların kafası gerçek bilim adamlarımızın ışığıyla aydınlansın.