Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.” M. Kemal ATATÜRK.

Atatürk’ün vurguladığı irfan ordusu, günün koşullarını dikkate alan ve geleceğe ilişkin pozitif tasarımları olan ve bunları yaparken; ülke çıkarını her şeyin üstünde tutan bir yaklaşımla olanaklıdır.

BİRGÜN haber merkezinin EĞİTİM-SEN ile ilgili haberi Atatürk’ün vurguladıkları ile örtüşüyor: 

“Eğitim Sen tarafından yapılan açıklamada, “Öğrencilere verilecek bilginin belirlenmesi, seçilmesi, müfredat ve ders kitapları üzerinden öğrencilere aktarılması süreci pedagojik olduğu kadar, siyasal bir nitelik de taşımaktadır. Somut bir sonucu olarak yeni eğitim müfredatı, farklı yaş gruplarındaki çocuk ve gençlerin gerçek ihtiyaçlarından çok, iktidarın siyasal çizgisine paralel şekilde hazırlanmıştır. Bu durum, yapılan değişikliklerin eğitim alanı başta olmak üzere, toplumun farklı kesimleri tarafından haklı olarak tepkiyle karşılanmasına neden olmaktadır. Bireycilikle, milliyetçilikle, dini-milli değerler ve rekabet ile yoğrulmuş, bilimsel, sanatsal, estetik yönden zayıf, büyük ölçüde dini kural ve referanslara dayanan bir dilin kullanıldığı bir eğitim müfredatının çocuklarımıza/öğrencilerimize verebileceği hiçbir şey yoktur. Tek adam rejiminin yaratmaya çalıştığı toplum modelini temel alan, laiklik ve bilim karşıtı yeni müfredatı reddediyoruz” denildi.”

Örf, adet ve gelenekler yapılması gereken olduğu kadar, süreç içinde aşılması gerekendir. Aşılmaz ise, yaşamın ayak bağı olur. Tabular bunun en tipik örnekleridir.

Eğitim ihtiyaç temelli bir toplumsal gereksinimdir. Eğitime ilişkin planlama şimdileri temel alarak, geleceği düzenlemeyi maçlar. Eğitime ilişkin gelecek tasarımı, kimin kimler için tasarlayacağı ile ilişkilidir. Demokratik yapılarda halk örgütlü yapısı ile eğitimin tasarlanmasına katılır. Yakın geçmişte yaşadığımız bir örnek var. Büyüme ile ilişkili bir konuda konuşan bakan şöyle bir şey demişti: “Büyümeden emekçiler hariç her kesim payını aldı(!)” Bu yönetimin siyasi ve ekonomik tercihini gösteren bir anahtar cümledir. Peki, emek kesiminde kimler var? Çalışanlar, emekçiler, çiftçiler, küçük esnaf ve işsizler…Yaklaşık olarak toplumun %90’ı.Benzer bir tablo ulusal gelirin paylaşımında görülüyor. Nüfusun %90’ı ulusal gelirin %10’unu alıyor. Bu somut örnek adına karar vericilerin tercihini gösteriyor. Aynı kesim, eğitim tercihini belirlediğinde, nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Karar verici küçük azınlık, paylaşıma ilişkin adaletsiz uygulamaları yaşamın her alanında tekrarlamak istiyor. Eğitim, tasarlanmış paylaşımın altyapısını oluşturur. Tasarlama sürecinde toplumsal odaklar güçleri oranında yer alırlar. Araştırmayan, soruşturmayan fakat itaat edecek yığınlar; haksızlıklara, hukuksuzluklara, hırsızlıklara karşı tepkisiz olur(!) Bu kapsamda tarikatların var olması yadırganmamalıdır. Toplumu bu noktaya getiren şey, bir avuç azınlığın çıkar temelli tercihleridir. Özgür yurttaşlar yerini itaatkâr kullara bırakınca; insanların yaşamı zorlaşırken, zorbaların işi kolaylaşır. İnanılması istenen şey egemenlerin istemleridir.

Geçmişte sol kesimin bir kısmı; “Eğitim üretim içindir!” sloganını kullanırdı. Harun Karadeniz bu savın sahibiydi. Söylem, doğru bir vurgulamadır. Üretim beklentisini gerçekleştirecek elemanların yetiştirilmesi, eğitimin temel görevidir. O dönemde belirleyici olan kamu işletmeleridir. Üretim olgusu toplumsal gereklilik olarak kabul edildiğinden dolayı doğru bir yaklaşımdır. Doğrudan veya dolaylı olarak kararlara katılım demokratik bir görüntü sunmuştur. “Üreten köylü milletin efendisidir.” Söylemi ile örtüşen bir durum var. 12 Mart 1971 faşist darbesinin gerekçesini Genelkurmay Başkanı şöyle ifade etmişti; “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi geçti!” 12Eylül darbesi işçi sınıfı örgütlülüğünün gelişmesi, öğrenci gençliğin dayanışması ve direnişi, üretici köylülerin bilinçlenmesi, egemenleri müdahaleye zorlamıştır.

“Giderlerse gitsinler!” Bu vurgu toplumun fotoğrafını yansıtan bir özettir. Üretim olmayınca, üretebilecek işgücüne de gerek kalmıyor. Doktorlarımız, mühendislerimiz ve aydınlarımız akın akın ülkeyi terk ediyor. Üretememek, özgürlüğünü ve aynı zamanda gelirini kaybetmek anlamına geliyor. Denetimsiz ve kontrolsüz ve fırsat eşitliğinin yok edildiği bir ortamda yandaş aracılar, tekel konumunda tedarikçiler olarak al-sat işlerini yapıyorlar. Çok büyük kazançlar sağlayan bu kesim aynı zamanda siyasetin finansmanını da sağlıyor(!)

Üretimin olmadığı bir yerde çağdaş eğitime gerek kalmaz. Üretmeyenlerde tüketmek zorundadır. Böyle bir durumda tüketim, tüm gereksinimleri karşılamak zorunda kalıyor. Bu zorunluluk enflasyonu ve ona bağlı olan kar itişli enflasyonu tetikliyor(!) Enflasyon işsizlik ve yoksulluk demektir. Ülkenin varlıkları düşünüldüğünde; madenleri yabancılarla birlikte işbirlikçiler yağmalıyor. Vatandaşların birikimleri ise ağır ağır el değiştiriyor. Servet transferleri, varlıkların kişilerden özel kişilere akmasıyla sonuçlanıyor. Bu kişilerin karar alıcılar olduğu unutulmamalıdır.

Aşırı zenginleşmenin kaçınılmaz sonucu aşırı yoksullaşmadır. Bu noktada yoksulluğun yönetilmesi, yeni bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkıyor. Maddi varlıklara el koyan azınlık, yığınların rızasına gerek duyarlar. Bu konudaki en etkin kaldıraç inançlardır. Yoksullar konumlarının gereği olarak en çok inanma ihtiyacı içinde olan kesimdir. Bu kesim, en çok inandıkları kişi veya kesimlerce aldatılırlar. Maddi değerlere ve emeğin ürettiği artı değere el koyarken onların eline manevi değerler tutuşturulur.

Dini araç olarak kullananlar en büyük güvencesi manevi değerlere sahip çıkan yığınlar ve onlardan iktidar lehine rıza devşiren ruhbanlardır(!) Böyle bir toplumu yaratmak her koşulda özel bir çabayı gerektirir. Yeni müfredat bu çabanın ürünüdür. Çağdaş eğitim herhangi bir inancı temel almaz, tek dayanağı bilimdir. Bu noktada laikliğin gerekliliği daha iyi görülür ve anlaşılır. Tüm inançlara karşı saygılı ve eşit uzaklıkta olmayı başarır. Herhangi bir biçimde vatandaşların inançlarına ve yaşama biçimlerine karışmaz. Kendisi karışmadığı gibi, başkalarının karışmalarına da müsaade etmez. Çağdaş eğitimde demokratik haklar yasalar ve kurumlar aracılığıyla güvenceye alınır. Üretken birey, araştıran ve soruşturan bireydir. Din aracılığıyla düşüncenin ve soru sormanın yasaklanmak istenmesi, itaatkâr yığınlar yetiştirmek içindir. Bunun için çocukları hedef kitle olarak görürler. “Ağaç yaş iken eğilir.” Özdeyişini bu amaçla kullanmak istemektedirler. Oysa yaş iken eğdikleri ağaçlar odun olmaktan kurtulamaz!

Yazımızı, Atatürk’ün söylemi ile noktalayalım:

Milli Eğitim’in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir.