İstenmeyen, beklenmeyen ve varlıklara zarar veren olaylara felaket diyoruz. Bu doğa olayları yaşamsal deneyimlerle öğrenilmiş olup, yaşamsal kodlarla gelecek kuşaklara aktarılan şeylerdir. Bu nedenle, fiilen olmadan önce konu ile ilgili bir bilgi birikimi mevcuttur. Bu bilgilere dayanarak önlemler alınır. Önlemler her koşulda mevcutları dikkate alır. Zemin etütleri ön bilgileri bize sunar. Yaşam pratiği ise, yerleşimlerin ovalara değil, dağların yamaçlarına yapılmasını söyler. Dere yatakları gibi, dolgu alanlarından da uzak durulmalıdır. Öğretim bu gibi faydalı bilgileri vatandaşlara kazandırmayı gerektirir. Öğrenmeler her koşulda yaşam merkezli ve somut olmalıdır.

Deprem bir felakettir. Deprem öncesi gibi, deprem sonrasında tüm gerekli önlemlerin alınmaması ise, başka bir felakettir! Bu gibi felaketlerde yetkililer ellerindeki araç, malzeme ve öteki tüm olanakları devreye sokmalıdır. Felaketlerde kendilerinden görev beklenen kesimler bellidir. Ordu bunların önde gelenidir. Aynı zamanda felaket karşısında tavır almak özünde bir ülke savunmasıdır. Bu gereklilik, bu gibi kurumlarında varlık nedenidir. Ulusal güvenliğin sağlanması yükümlülüğü olan bir kurum her şeye karşın, üzerine düşen görevi mutlaka yerine getirmelidir. Kurum dendiği zaman, yasal dayanağı olan ve belirli ilkeleri olan bir yapılanmadan söz ediyoruz. Bu ilkelerin ayrımsız uygulanması, demokratikliğin gereğidir.

Felaket anında devreye alınması gereken kesimler arasında madenciler, itfaiyeciler var. Bu arada gönüllüleri unutmamak gerek. Felaket anında hemen harekete geçerek en kısa süre içinde müdahale edecek olan yerel güçlerdir. Bu güçler ayrıca bir emir beklemeden harekete geçebilir konumda olmalıdır. Bu normal bir toplumun dayanışması ve aynı zamanda millet olmanın da gereğidir.

Felaketlere en kısa süre içinde ve gerektiği gibi müdahale edememek bir yönetsel felakettir ki, kayıpları artırır. Felaket sonrasında farklı amaçlarla yanıltıcı bilgilendirmelerden kaçınılmalıdır. Millet aç, açık ve zor durumda iken; “Bütün önlemler alındı sorun yok …” gibi açıklamalar ise, felaketin tuzu biberi olur.

Özünde iyi niyet olmayan eylem ve işlemler yapan kişiler (0lumsuzluklardan yana) konusunda uzmanlaşmış olabilirler. Önemli olan bu gibi kişilerin yükselmelerine olanak tanınmamalıdır. Çünkü o gibi kişiler yetki kullandıkları zaman, akla ve hayale gelmeyen ve ülke çıkarı ile bağdaşmayan şeyler yapabilirler(!) Kişisel veya grupsal çıkarlar için ülke çıkarlarını feda edebilirler. Üstelik bu olumsuzlukları yaparken, kendilerine karşı çıkan dürüst bürokratları ve gerçek yurtseverleri bir biçimde devre dışı bırakmak isteyebilirler. Hatta bu konuda savaş hukukunu çağrıştıran uygulamalar yapabilirler…

Yargının yanlı olarak uygulanmasından en büyük zararı hukukun uygulayıcısı konumunda olan kurumlar görür. Yargının yanlı uygulamaları adaletsizliğin en büyüğüdür. Dahası, bu yanlı yargı desteğinde yapılan adaletsiz paylaşımlar, toplumun ve kurumlarının çürümesine neden olur.

İstenmeyen, beklenmeyen ve olmaması gereken şeyler yapıldığında doğal olarak, haklarını tanıyan ve hukukuna sahip çıkan bireyler, bir biçimde tepkilerini gösterirler. Bu tepkilerin önde geleni eleştiri ve soru sormaktır. Eleştiriyi suça dönüştürme çabaları, suçluların en çok başvurdukları silahlardan biridir. Yanlı yargı bu noktada devreye girerek hukuk adı altında hukuksuzluklara imza atabilir(!) Bu noktada takdir hakkına da değinmek gerek. Takdir hakkı, en adil kararı en kısa süre içinde uygulama olanağı sağlayabilirse yararlı olur. Takdir hakkı keyfilikle karıştırılmamalıdır. Mümkünse, takdir hakkına en son seçenek olarak başvurulmalıdır. Her eylem ve işlemin bir meşruiyet zemininin olması gerekir. Sorumluluk duygusu normal bireylerin vicdanı ile ilişkilidir. Ve vicdan, özgür bireylerin vitrinidir!