1977 yılı milletvekili genel seçimlerinde CHP’nin Genel Başkanı Bülent Ecevit yüzde 42 oy almıştı. 1977 yılında CHP; “Ne ezen ne de ezilen, hakça bir düzen” sloganı ile geniş yoksul halk kitlelerini etkilemiş, “Ak günler” vaat etmişti. Tüm illerde ön seçim yapıldı, kitlelerin seçtiği halktan vekil adayları seçime katıldı. Takiben büyükşehirlerde CHP’li belediye başkanları da sosyal politikalar uyguladılar. Sosyal politikalar, yoksul halk kesimlerine yardımları, hizmetlerde indirimleri, istihdamı içeren politikalardı. Bu şekilde Ecevit, “halkçı” sıfatını kalıcı olarak aldı.
    1980’de askeri idarenin de benimsediği 24 Ocak Kararları uygulamaya kondu, bu kararlar serbest piyasacı politikalar içeriyordu, içeriğinde  kemer sıkma, sosyal yardımların ve istihdamın kısıtlanması vardı. 1983 yılından sonraki Özal döneminde de sosyal politikalar uygulanmadı, aksine liberal politikaların en yoğun şekli uygulandı. Bu politikalar geniş halk kitlelerini yoksulluk ve zor yaşam koşulları ile mücadele etmek zorunda bıraktı. 
    1991’de Demirel ve takiben 1996’da Erbakan hükumeti sosyal politikaları zayıf da olsa uygulamaya başladı. Çiller ve Mesut Yılmaz iktidarlarında yine sosyal politikalar zayıfladı, neo liberal politikalar izlendi.  
    Türkiye, 1998 de ise IMF’nin gözetimi altına girmiştir. 1998 de IMF ile Yakın İzleme Programı imzalandı. Bu program daha sonra üçer yıllık istikrar programına dönüştürüldü. 1999 ve sonrasında IMF’nin politikalarını uygulayan - sosyal politikalardan uzaklaşan – halkçı uygulamalar yapamayan Ecevit hükumeti bu kez 2001 krizini takiben 2002 seçimlerinde büyük bir yenilgi aldı. 
    Türkiye’de yoksulların desteklenmesinin partilerin oy alması için çok önemli  olduğu deneyimlenmiştir. Bu konuda, Süleyman Demirel’in “Tencerenin yıkamayacağı hükumet yoktur” sözü ünlüdür. 

    “Veren el, alan el”
    Alan el veren ele bağımlıdır.  Alanın, aldığını fazlasıyla geri vermeme şansı da yoktur. Dinimizde hayır için verilene karşılık beklenmez iken politikacının veren el olması halinde “verme-karşılığını verme” şeklinde bir değişim modeli oluşur. Veren politikacı olup devleti temsil ediyorsa, verme karşılıksız olması gerekirken fiiliyatta “karşılığını oy olarak verme” şeklinde  gelişen bir durum ortaya çıkar. Bu durum, sanki alan ve veren tarafından bilinmiyormuş gibi davranılır. Veren de sanki karşılıksız veriyormuş gibi davranır. 

    “Yardıma muhtaç olma seviyesinde yoksulluk”
    Bir ülkede gelir dağılımını bozarsanız, istihdam kaynaklarını kısıtlarsanız yoksul kesimler artar. Bu kesimlere veren el olmakla karşılığını zımnen oy olarak alma şansını oluşturmak mümkündür. İşte bu anlamda neo liberal politikalarla devletin fabrikaları özelleştirilip istihdam düşük tutularak “sürekli” zora sokulan geniş kitleler oluşturulabilir. Bu kez aynı kitleler sosyal politikalarla “sürekli” desteklenirse bağımlılık oluşur. Yoksullukla mücadele etmesi gereken bir devletin, yeni yoksulları ortaya çıkaracak politikalar uygulaması çelişki oluşturmaktadır. 

    “Yoksulluk bitirilmek isteniyor mu?”
    Sosyal yardımların çok yaygın olması geniş kitleleri yardıma bağımlı yapar mı, yaptı mı? Son yıllarda görülen işsizlik ve özellikle pahalılık yoksulluğu arttırdığı için yardım götürülen kişi sayısının artması muhtemeldir. Bu şekilde işsizlik, pahalılık ve yoksulluk varken, bunlar artarken  iktidarın seçimlerde başarı elde etmesi “veren el” olmakla ilişkili midir? İlişkili ise iktidar pahalılığı, yoksulluğu önleyici politikalar uygular mı? Bu sorular yardım alanlara sorulursa verecekleri cevap ne olur? 
     
    Türkiye Cumhuriyeti, sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal devlet ilkesinin ve sosyal ve ekonomik hakların Anayasal olması sosyal politika uygulamalarının yasalar çerçevesinde olması gerektiğini göstermektedir. Bu kapsamda yardımların sadaka gibi değil de yasal hak olarak verilmesi doğrudur. Ancak devletin milletini yardıma muhtaç olmayacak şekilde  yoksulluğu engelleme görevi öncelikli ve temel görevlerindendir.