Farklı başlıklar altında fakat birbiri ile doğrudan ilişkili bölümlerle bir genel durum fotoğrafı sunmaya çalışacağım:   

ADALETSİZ BÖLÜŞÜM.

Genellikle yaşanmakta olan sorunların çok büyük bölümü paylaşımdan kaynaklanmaktadır. Darbelerin temelinde de paylaşım talepleri var. Seçimler, kimin paylaşımları belirleyeceğini belirlerken; paylaşım yetkisini kullananda, kimlerin ne kadar pay alacağını belirler. Ülke demokratik ise, paylaşımlar yasal ve kurumsal güvencelere sahiptir. Demokratik olmayan ülkelerde ise, paylaşımlar keyfidir. Yakın ve yandaşlar ön sıralarda yer alır. Aile en çok kazananlardan olur!

Siyasi partilerin öncelikli sorunu paylaşıma ilişkindir. Aynı partide bulunanların bir kısmı beklentilerine kavuşur, büyük çoğunluk ise, beklentilerine kavuşmayı umar. Bu nedenle en zengin ile en yoksulu aynı parti saflarında görmek mümkündür(!)

İDEOLOJİ.

İdeoloji, istem ve yaşama ilişkin beklentiler toplamından oluşur. Beklentiler her koşulda bir olanaklar sorunudur. Beklentileri olanaklarını aşan kişiler gerçeklikten kopar. Gerçeklikten kopuş manevi beklentilere kapıyı araladığı zaman, güdülme alanına girilmiş olunur. İşte o zaman sıradan birey öteki dünyasını alışılmış biçimde kurtarmak için hacıya, hocaya ve şeyhlere sığınır. Bu arada bizleri en çok aldatanların, en çok güvendiklerimiz olduğunu da unuturlar! Somut olan bu dünyada eşit ve adil yaşam talep etmek yerine, öteki dünya gibi bir kurtuluşu benimser hale gelirler. Din aracılarının en büyük başarıları, yığınları somut olan bir dünyadan kopararak; soyut bir öteki dünya ile aldatmalarıdır. Üstelik bu soyut dünya için canlarını verecek yığınlar, adaletli çözümleri engelleyebilirler! Yaşadığımız bu dünyayı önemsemeyip, öteki dünya için yaşanması gerektiğini kitlelere benimsetirler(!) Bu, yaşamayın demenin bir başka biçimi. Dini çıkarları için araç olarak kullananlar; bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bu ideolojik yaklaşımı benimserler. Hangi inanç olursa olsun, toplumsallaştırıldığı ve yaşamlara müdahale ettiği an ideoloji olmaktan kurtulamaz!

KÜLTÜR.

Kültür en basit anlamıyla bir yaşama biçimidir. İdeoloji, yaşama isteminin özetidir. Bu nedenle her olay, her istem ve beklenti ideolojiktir. Buna karşın mevcut sorunlara akılcı çözümler üretmek isteyenler (aydınlar, akademisyenler, bilim adamları, örgüt liderleri ve kanaat önderleri) ideolojik yaklaşımlar içinde olmakla suçlanırlar. Oysa suçlayan egemenler kendi ideolojilerinin gereğini yaparlar. Yani, egemen suçlama yaptığı an kelimenin tam anlamıyla soruna ideolojik olarak yaklaşmış olur. Örneğin, kapitalistler herkesin kapitalistler gibi düşünmelerini isterken, el koydukları değerleri kendileri gibi düşünenlerle paylaşmak istemez! İnanan yığınlar üzerinden kendi çıkarlarını güvenceye almış olurlar! Kültür, insanlığın ortak birikimidir ve paylaştıkça çoğalır. Sonuçta her yaşama biçimi bir kültürel birikimin ürünüdür.

ADALET.

Bireylerin hayata bakışını, içinde bulundukları toplumların sistemleri belirler. İnsan yetiştirme sistemleri insanlığın kurtuluşunu değil, egemenlerin varlıklarını koruyup sürdürmelerinin güvencesi olur. Egemenler kendi çıkarlarını sıradanların çıkarıymış gibi bellettikleri sürece güvenli bir yaşam sürdürürler! Hiç kuşkusuz bu güven, bilinçten yoksun örgütsüz emekçilerin sırtından gerçekleştirilir. Burada belirleyici olan bilinçli örgütlülüktür. Sınıf sendikaları bu konuda olması gereken örgütlülüklerdir. Bu örgütlülüğün oluşumunu, bu örgütte yer alması gereken sınıf bilincinden yoksun kişiler aracılığı ile engellenir(!)

Eğer toplumda adaletsiz bir gelir bölüşümü var ise; eşitsiz paylaşımın güvencesi de sıradanların kendisi olur. Yoksul, yoksulluğunun bekçisi olmaya rıza gösterir. Dolayısıyla inanmaya hazır hale getirilen insanlar, sorgulamadıkları bir yaşam sürecinde tekrar tekrar aldatılırlar! Aldatılmaya en yakın olanlar, inanmaya hazır olanlardır! İnanmak bir gereklilik iken (sıradan ve ortalama bireyler için); kurgulanmış yönetimler için ise, bir olmazsa olmazdır. Kindar, dindar saçmalıkları boşuna değildir! Kindar ve dindar yetiştirmek isteyenlerin yaş iken eğdikleri fidanlar, odun olmaktan kurtulamadılar!

HUKUK.

Hak, hukuk, adalet üçlemesi, yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Hukuku geçerli kılarak yaşam sürdürümünü güvenceye alanlar uygulayıcılardır. Bu halka en güçlü olduğu kadar aynı zamanda en zayıf halkadır. Hukuk uygulayıcılarının bu pozitif eylemi, yaşamı yaşanır kılar veya çekilmez hale getirir(!) Hukuk silah olarak kullanıldığında önce kendisine ve sonra her şeye zarar verir! Yetkilerle donatılan bu görev, güven temelli bir temsil görevidir. Hukukçu temsil ettiği millet adına karar verir. Bu nedenle hukukçu yetkin, öz güvenli ve hukukun üstünlüğünden yana olmalıdır. Hukukçu, bireylerin çıkarını, kamu yararı temelinde gerçekleştirmelidir. Hukukçu olmak birilerinin hizmetinde olmak değil, halka hizmet üretmektir.

STK

Güncel gündeme oturan sorunlardan biri. Bir oluşumun sivil olabilmesinin olmazsa olmaz koşulları var. Herhangi bir otoriteden emir ve direktif almayan bir yapılanmadır. Bu otorite vurgusu içinde inanç grupları ve sermaye oluşumları da var. Yönetimlerin çözmediği veya görmezden geldiği sorunların çözümü temelinde kendiliğinden bir araya gelen, özgür iradi katılımcılar olmalıdır. Doğası gereği bu oluşumlar yönetimlere karşıdır. Yönetimlerin kanatları altında STK olmaz. Bu oluşumlar kamu kaynaklarıyla değil, yarattıkları iradi katılımlı bütçelerle yapılır, kamu kaynakları kullanılmaz. Katılımcılar arasında ast-üst ilişkisi olmaz(!)Bu söylenenleri tarikat, vakıf ve bazı derneklerin işleyişinde görebilir miyiz?