Anayasa toplumsal sözleşme demektir.  Toplumsal sözleşme toplumla yapılır. Siparişle yaptırılan, kapalı kapılar ardında art niyetlerle yapılanlar ve adına yaptırılan anayasaların toplumsal sözleşme olarak adlandırılması ancak bir aldatmaca olabilir!..

Adına yapılanlar gevşek bir temsilden öteye gitmez. Ayrıca adına yapanların konum ve koşulları belirleyici olur. Bu belirleyicilik her koşulda görecedir. Atanmış kendisini atayanları birinci dereceden temsil eder.

Toplum olma bilincini yansıtan anayasa, katılımlara olanak sunduğu ölçüde bu savını kanıtlayabilir. Anayasa topluma egemen olanların hak ve çıkarlarını güvenceye alan bir metne dönüştürülürse, toplumsal bir uzlaşmadan söz etmek güçleşir. Hele de küresel etkilerin olanca gücüyle ve hoyratça yaşantımıza abandığı bu süreçte; dahası ulus devleti belirleyen dinamiklerin ulus ötesi odakların denetimine girdiği bir süreçte…

DEVLET, EŞİT ve ÖZGÜR İRADİ KATILIMCI BİREYLERDEN OLUŞAN BİR ÖRGÜTLÜ YAPIDIR! Bu örgütlü yapının sürekliliğini sağlayan toplumsal sözleşme de anayasadır! Anayasanın oluşturulmasının olmazsa olmazı özgür ve iradi katılımcılıktır…Çünkü anayasa, millet veya ulusu oluşturan tüm katılımcıları ilgilendirir. Her özgür bireyin kendisini ilgilendiren yasaların yapımına taraf olarak katılması doğal olduğu kadar da kaçınılmazdır! Ancak, iş bölümünün olduğu örgütlü bir toplumda farklı ilgi alanları oluşacaktır. Yaşamın belirli alanlarında yığışmaların olması kaçınılmazdır. Bu da örgütlü katılımın yolunu açar. Örgütlü oluşum, yaşam bilincinin anahtarıdır.

Yasalar bağlamında geneli kapsayan bir yasa (anayasa) tüm özelleri içermelidir. Özeller toplumda iş bölümünü ve kişisel ilgi alanlarını kapsar. Bu aynı zamanda katılımcılığın, yakın temsile olanak tanıyan örgütler aracılığı ile demokratik temsiline olanak tanır. Örgütler aracılığı ile temsil aynı zamanda çağdaşlıkla da çakışır. Doğrudan ve yarı doğrudan temsil, yönetime katılımı kolaylaştırır. Bu oluşum katılım tabanını da genişletir.

Bu tespitler teorik saptamalardır. Teorilerin bire bir gerçekleştirilmesi beklenmemelidir. Çünkü teorinin örgüsü bilimseldir. Bilimsel olan ise, gerçeğe yaklaşan duraklardan oluşur. Öncüller ne kadar bilimsel ise, ardıllar da o kadar bilimseldir. Süreçte değişmeyen tek şey sadece değişimin sürekliliğidir. Bu nedenle en üstün çabalarla ve en yoğun katılımlarla yapabileceğimiz bir anayasa, değişimleri özümseyecek bir esnekliğe sahip olmazsa güncelliğini sürdüremez. Sorunsuz bir yapıyı oluşturacak olan somut olgular geçmişi, şimdiyi ve geleceği denkleme katmakla olanaklıdır.

Ülke yönetimi ile kent yönetimi aynı şey değil artık. Ülkeyi yönetenler, dünyayı yönetenlerle birlikteler. Çok doğaldır ki; kenti yönetenler de kentlilerle birlikte olmalılar.

Halka dokunmak, onların sorunlarının çözümüne katkı sunmaktır. Halkla bütünleşmek, onların sorunlarının çözümü temelinde gerçekleştirilebilir. Yerel yöneticiler, kalıcı bir birliktelik oluşturmanın gerekliliğini anlamalılar.

Ülke yönetimi ile kent yönetimi aynı şey değil. Kentler en rasyonel ekonomik birimlerdir. Üretim temelli çözümler öncelikli olmalıdır. Somut çözümler yönetime katılımı sağlar.

Sosyal belediyeciliğin gereği olarak, yoksullaştırılan halka yardım etmek gerekmektedir. Bunun için yerel yönetimler tüketimi örgütleyerek halka uygun fiyatlarla mal ve hizmet sunmalıdır. Bu doğrultuda oluşturulacak olan birliktelik mevcut sorunları çözerken; geleceğe dönük olası sorunların çözümü içinde güvenilir bir platform oluşturur. Geçmişi yaşayan ve anımsayanlar TANSAŞ örneğini anımsarlar. Üretimi teşvik etmekle güvenli tüketimi güvenceye almak gerekir. Tüketime ilişkin kararlar ülkede yaşayan vatandaşların tamamını ilgilendirir. Yönetenlerin emek lehine bir girişim veya kararları yok. Açıklanan sıkılaştırma politikaları da emekçilerin sırtından kotarılmak istenmektedir. Oysa yapılması gereken, yap işlet devret kapsamında olan ve kamu özel iş birliği kapsamında yapılan tüm anlaşmaların güncellenmesidir. Bunun için kişilerin veya şirketlerin değil, kamunun çıkarı her koşulda güvenceye alınmalıdır. Anlaşma veya sözleşmeler, tarafların hak ve çıkarlarını korumayı amaçlar biçimde düzenlenmelidir. Bazı anlaşmaların yasal gözükmesi onların hukuka uygunluğunu göstermeyebilir(!) Bu noktada yargının ne kadar önemli ve gerekli olduğu görülmektedir. Paylaşım konusu tüm sorunların kaynağıdır. Bunun için adil bir paylaşım ancak hukukun üstünlüğü temelinde gerçekleştiirilebilir…

“Hükümetin hukuka dönmesi ve otoriter rejimden vazgeçmesi yönünde işaret yok. Yarattıkları yargı aygıtı adalet dağıtmıyor. AKP’nin “Kopenhag kriterleri, “AB üyeliği” diye çıktığı yolda evrensel hukuk kurallarını ve hukuk devletini “gayri milli” ilan eden Carl Schmitt özentisi bürokratik oligarşinin yargı sistemini belirlediği ucube bir yapı ortaya çıktı. İşin ironik yanı hukukta içe kapanan bu zihniyetin iktisadi alanda pespaye bir neoliberalizmin koruyucusu işlevi görmesi. Bunca yoksulluğu, adaletsizliği ve eşitsizliği hukuk devletiyle sürdürmek zor. O yüzden neoliberalizm (acı reçete) daha otoriter bir rejime ihtiyaç duyuyor. Yukarıdaki sert yoksullaştırmanın hukuk içinde yapılması zor. O yüzden daha fazla hukuksuzluğa ihtiyaç duyuyorlar. “(AZİZ ÇELİK, BİRGÜN,15/04/2024)