Yağma olgusu, işgal veya istila olayları ile ilgili olarak gündeme gelirdi. Ancak, günümüzde yağmacılık yapanlar yabancılar değil, onlarlar la iş birliği yapan bir azınlık olarak görülmektedir. Bu ahlaki olmayan birliktelik, kelimenin tam anlamıyla ülkelerin   yağmalanmasına neden olmaktadır. Yağmalatanlar ve yağmalayanlar, geride bir enkaz bırakarak ve dönüp arkalarına bakmadan birlikte çekip gitmekteler. Olan, geride bıraktıklarıyla birlikte kalmaya mecbur olanlara olmaktadır! Tahrip edilen doğa, yok edilen ormanlar, tüketilen sular ve onarılamaz bir iklimle baş başa bırakılan emekçi yoksullar(!) Genel çoğunluk için yaşanılamaz bir hayat koşullarında; işsizlik, yoksulluk, haksızlık, hukuksuzluk ve çürümeye mahkûm edilen yığınlar...Bu arada, sessiz ve derinden ilişkilerle oluşturulanlar. Oğuz Oyan Hocam, yeni Kapitülasyonlara ilişkin şunları söylüyor:“BAE sermayesine kapitülasyon benzeri koşullarda kucak açmak işte tam da bu finansal sıkışmışlık koşullarının ürünü. Gerçi böylesine sıkışılmadığı dönemlerde, üstelik getirisinden çok götürüsü olan koşullarda (kimin cebine ne götürdüğü de ayrı mesele) Hariri-Ofer’e Telekom’un peşkeş çekilmesi örneklerini de yaşamadık değil. Şimdi daha cüretkâr bir işin peşindeler: Ülkenin yeraltı zenginlikleri ve enerji kaynakları bir petrol şımarığı ülkeye peşkeş çekilmek üzere. İçerden kimlerin gizli ortak olacağı da kuşkusuz birincil önemde; burada bir ekonomik/mali çöküşten çıkışın (veya sözde depreme hazırlık kapsamındaki kentsel dönüşümün) bile yeni devasa talan fırsatları olarak görülmesi, nasıl bir yağmacı zihniyetle karşı karşıya olunduğunu göstermekte. 

Sonucun sonucu: 2024 yılı sınıf mücadelelerinde yeni bir dönemin başlatıcısı olabilecek dinamikleri de içinde taşımaktadır. Nesnel koşullar böyle. Öznel koşullar ise hazır değil. Türk-İş gibi sermaye yönlü sınıf uzlaşmacılığına angaje olmuş, sendikal tabanının sınıf bilincine sahip olmasını engelleme misyonunu AKP döneminde çok daha başarıyla icra etmiş bir konfederasyon yönetiminin, asgari ücrette ikinci bir düzenleme için bastırması (düzenin selameti adına rica etmesi) çok yadırganmamalı ama sınıfsal karşılığı da mutlaka verilmeli. “

  Sorumluluk bilincine sahip olan ve ülkesini, milletini seven yurtseverler harcamakta oldukları iyi niyetli çabaları artırmak zorundalar. Susarak ya da kendi köşesine çekilerek sorunların aşılmayacağı kesindir. Örgütlü kötülüğün karşısına barışın ve kardeşliğin örgütlü yapısını koymaktan başka çare yok. Orhan Aydın Birgün’ün Pazar ekinde bir çağrı yapıyor duyarlı yurtseverlere. Bu çağrının son kısmını birlikte okuyalım:“Dur diyenler direnip ortaya çıkmadıkça, yalanın padişahlığı talan, din, iman ve ırkçılık bezeli hamasetle geleceği kuşatmaya, karşı duranları ise zindanla-kelepçeyle-kan-kin ve nefretle susturup varlığını sürdürmeye devam edecek.

Bu anlamıyla ülke tarihsel bir eşiğin kıyısındadır.Ya hilafet bayrağı açıp şeriat isteriz diye düşmanlıklarını kusanlar kazanacak ya da bu ülkenin eşit-özgür-laik bir yurt olması için ses çıkanlar çoğalıp, onurlarını birleştirip ortaya çıkacak.Örgütlenmiş cehaletin en büyük düşmanlık olduğunu anlamak için, daha ne kadar beklenecek sorusunun yanıtını aramanın anlamı yok.Artık anayasa yok, anayasal haklar yok.Kötülük cehaleti örgütledi, örgütlüyor, ya iyilik?”

Değerlerimizin önde geleni; sevgi, saygı, yardım ve güvenirliktir. Bunlar toplum olmanın ve bilinçli bir millet olmanın olmazsa olmazlarıdır. Hukukun üstünlüğü temelinde varlıkların temel hakları her koşulda güvenceye alınmalıdır. Kamu yararı ile iç içe geçen ülke yararı mutlaka öncelikli gözetilenlerden olmalıdır.

Somutu algılayamayan soyutu kavrayamaz. Olmakta olanları görmeyenler, nelerin olabileceğini bilemezler. Bu ülke bizim, ona sahip çıkmak da hepimizin görevi. Uçurumun kıyısında iken görevimizi yapmalıyız. Unutmayalım ki; kanatlar, uçurumun kıyısında peydahlanır!...