Yeryüzünde yalnızca hava değil, düşünceler de kirleniyor. Kirli düşüncelerin başında ise kalkınmanın, özgürlüğün ve modernliğin; lastik izinden geçtiği yargısı geliyor. Oysa geçmiş dünlerde, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu günlerde bu topraklarda demiryolları, yalnızca bir ulaşım biçimi değil; toplumcu bir ülkünün görünür uygulamasıydı. "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" dizeleri, ortak bir uygarlık tasarımının şiirsel dışavurumuydu.
Sonra ne oldu?
Soğuk Savaş oldu.
Soğuk Savaş ve Yolun İdeolojisi: Komünist Tren mi, Özgür Otoyol mu?
1950’lerde dünyanın iki kutbu vardı; biri Raylı Doğu, diğeri Lastikli Batı.
Demiryolları Sovyetler’in, Çin’in, Küba’nın ve Doğu Avrupa’nın simgesiydi. Merkezî planlama, kolektif ulaşım, devlet eliyle hizmet... Batı dünyası, özellikle ABD, bunu otoriterliğin ve kısıtlamanın sembolü olarak tanımladı.
Karşısına ise şunu koydu:
-
Otoyol özgürlüktür,
-
Bireysel araçlar kapitalizmin sembolüdür,
-
Benzinle çalışan dünya “serbest piyasa”nın ritmini tutar.
Amerika’da Eisenhower döneminde “Interstate Highway System” (1956) ulusal güvenlik gerekçesiyle inşa edilirken, aynı anda kapitalist yaşam tarzının kara propagandasıydı bu asfalt ağlar... Hız, birey, mülkiyet, tüketim... Hepsi lastiğin döndüğü yerde birleşiyordu.
Bu ideolojik harita Türkiye’ye de çizildi. Menderes döneminde; ABD yardımlarıyla gelen ilk şey tank değil, kamyondu. Ardından mazot, greyder, asfalt serme makineleri... Demiryolu artık “komünistlerin işi” olarak görülecekti. Tren istasyonu olan yer geri kalmış sayıldı. Yol geçen yer “kalkınmış” oldu. Doğal olarak da "Amerikan petrolü"ne bağımlılık başladı.
Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950'de Türkiye’nin ulaşım politikası dramatik biçimde değişti. Devlet Demiryolları'na aktarılan bütçe azaltıldı, karayollarına kaynak aktarıldı. ABD’nin "Türkiye’ye yardım planı" demiryolu değil; asfalt içeriyordu. Çünkü o yol, yalnızca fiziki değil, ideolojik bir hattı da izliyordu ve içeriğinde de Amerikan petrolüne bağımlılığı gizliyordu.
Bu kırılma, Cumhuriyet'in kamucu-kalkınmacı hattından, özel sektör öncelikli-liberal modele geçişin simgesiydi. Devletin görevi artık yalnızca yol yapmak değil; özel sektöre alan açmak, bireye konfor sunmaktı. Kolektif ulaşım mı? Ne gerek vardı. Otomobil alın, özgürleşin!
Bugün geldiğimiz noktada, 50'li yıllarda yapılmış olan o seçimlerin gölgesindeyiz.
-
Havalimanı pistleriyle övünen,
-
Mega otoyolları modernlik sayan,
-
Tren hattı yerine lüks tüneller döşeyen bir düşünce...
Peki bu otoyol romantizmi nelere mal oldu?
-
Yüksek karbon emisyonu: Karayolu taşımacılığı, Türkiye’nin toplam CO₂ salımının %20’sinden fazlasına neden oluyor.
-
Fosil yakıta bağımlılık: Ulaşımın %90’ı petrole bağlı.
-
Kentlerin boğulması: Trafik, hava kirliliği, kentleşme felaketleri...
-
Raylı sistemlerin ihmal edilmesi: Türkiye’de raylı toplu taşıma yatırımları günümüzde bile yetersiz; Anadolu’da birçok il bugün bile demiryolu ağından, dolayısıyla hizmetinden yoksun...
Üstelik bu otoyol modeli yalnızca çevreyi değil, sosyal adaleti de zedeliyor. Çünkü özel araç, lüks uçuş, VIP havaalanı gibi ulaşım biçimleri, yalnızca zenginlere hizmet ediyor. Daha açık bir anlatımla otoyol düzeni; hem doğayı kirletiyor hem sınıfsal ayrıcalığı büyütüyor.
Bugün Avrupa, özel jetlere vergi getirmeyi tartışıyor. Ne güzel ama asıl sorun, o jetin varlığı... Yalnızca vergilendirerek vicdan temizlenmez. Çünkü bu, lüksün devamını garantileyen bir günah çıkarma mekanizmasıdır "Kirleten öder" ilkesi bağlamında...
Gerçek çözüm, lüks tüketimin kısıtlanması ve toplu ulaşımın önceliklendirilmesidir. Daha anlaşılır sözlerle; yeniden raylara dönmektir. Japonya’nın yüksek hızlı trenleriyle gurur duymasının nedeni, yalnızca teknoloji değil; kamusal bilinçtir. Almanya'nın iklim politikaları, Fransa’nın uçuş kısıtlamaları... Hepsi ulaşımın ideolojik niteliğini kabul ediyor. Bizde ise yerel yönetimler "asfalt döktük" dediklerinde; yandaşları, oydaşları bunu halka hizmet olarak algılayıp, bayram ediyor.