İnsanlar, kendini doğanın efendisi sayanlar; durmaksızın konuşuyor, alıyor, çalıyor, doğaya saldırıyor ama doğa sürekli susuyor; . Rüzgârın uğultusu altında kesilmiş bir ormanın yankısı, kuruyan bir derenin suskunluğu, göğe bakan ağacın kökünden koparılışıdır bu. Türkiye’de doğa, artık sadece görsel bir fon, bir yatırım alanı ya da bir “mülkiyet meselesi” olarak görülüyor. Oysa doğa, bu ülkenin hem evi hem de evladıdır. Ama tıpkı diğer değerler gibi onun da içi boşaltıldı.
Ormanlar... Kağıt üzerinde “devletin” ama gerçekte kimin elinde olduğunu bilen yok. Bir bakıyorsunuz, Cudi’de ağaç kesiliyor, sonra Akbelen’de, sonra Kaz Dağları’nda... Hepsinin bahanesi başka ama sonucu aynı: suskun, topraksız, köksüz bir yurt...
Bir ağacı yalnızca “yakacak” ya da “alan / tarım alan ya da maden alanı"” olarak gören düşünce yapısı, değer yargısı, dünya görüşü; gerçekte kendi gölgesini / geleceğinin / güvencesini satıyor.
Ve sular... Hidroelektrik santralleri (HES); dereleri borulara tıkadı. Dünlerde çocukların içinde yüzdüğü, kadınların kıyısında çamaşır yıkadığı, köylünün suyunu içtiği o dereler; ne yazık ki yapılaşmaya açıldı, betonlarla doğal yapısı bozul ve tutsak alındı. Sular doğal akışında yataklarından akmıyor, doğayı düşünmeden dünyasal doyumsuzluklar uğruna çıkar hesapları yapılıyor ve kimseye sormadan akar sular borulara yönlendiriliyor.
Kuruyan göller, azalan akarsular, kirlenen denizler yalnızca birer çevre felaketi değil; aynı anda doğanın hafıza kaybıdır. Çünkü her su; bir öyküdür doğanın dengesini düzenini anlatan... Ve her su bir ezgidir; şırıl, şıırl doğanın müziğini paylaşan...
Kıyılar... İmar affıyla affedilen değil, affedilemeyen bir suçun bozulmaya, saldırıya uğrayan alanları... Kıyılar; halkın değil, yap-satçıların kullanımında... Kıyılarda yükselen otellerle; yıl biraz daha duvar örülüyor denizle aramıza... Denizin mavi-yeşil rengi; betonun ardında unutuluyor. Kumsallarda çocuk sesleri değil, şantiye gürültüsü yankılanıyor. Ne yazık ki deniz de, bakıyor ama hiçbir şey söyleyemiyor.
Tarım toprakları... Gıda krizinden söz edilirken, en verimli araziler sanayi bölgesine, turizm bölgesine, otoyol projesine kurban ediliyor. Betonun doyuramadığı iştah, bu ülkenin en kadim beslenme kaynaklarını yok ediyor.
Doğa doyurur, ama gözü doymayana doğa da yetmez.
Artık “çevre” denildiğinde akla gelen ilk şey çevre düzenlemesi, peyzaj ihaleleri ya da ‘yeşil görünümlü’ reklamlar oluyor. Oysa doğa; böylesi yapay, aldatıcı uygulamalara tutsak edilemez ve doğa sevgisi, saygısı da göstermelik tutum ve davranışlara indirgenemez. Rüzgârın yönüyle oynandığında, yağmurun ritmi bozulduğunda; doğa, öfkeyle öcünden önce, dengesini geri almak ister. Ne yazık ki bu denge bozuldu, ve dengeye yeniden geri dönülemez. Doğa, içi boşaltılmış bir anlamsızlık, yokluk durumuna geldi ve tören konuşmalarında var ama gündelik yaşamda yok.
Acaba doğanın içi neden boşaltılıyor?
Çünkü doğaya duyulan saygı azaldıkça, yaşama duyulan saygı da azalıyor. Doğa, bu ülkenin görünen yüzüdür ve o yüz, her geçen gün daha da silikleşiyor, yitiriliyor, yok ediliyor. Ranta teslim edilen her ağaç, susturulan her kuş sesi, kurutulan her dere; ne yazık ki bunların her birisi ülkenin boğazındaki düğümdür aslında.
Ne yazık ki bu ülkede doğa da boş bir çuval gibi içi boşaltıldığı için devrildi ve bizler de başımızı çevirerek bu yıkımı, yıkılışı, devrilişi izledik, yalnızca izledik değil mi ?