Sosyal medya çalkalanıyor, her köşe başında aynı sesler yükseliyor: “Chemtrail yüzünden nefes alamıyoruz!” “İncirlik’ten kalkan uçaklar üzerimize baryum serpiyor!” “Türkiye hedefte, 85 milyon zehirleniyor!”

Uçakların gökyüzünde bıraktığı beyaz izlerden yola çıkarak kurgulanan bu senaryo, mahalle sohbetlerinden siyasi komplo analizlerine kadar her yere sızmış durumda. Peki, bu gerçekten gökten yağan bir "zehir" mi, yoksa içimizdeki korkuların gökyüzüne yansıması mı?

"Chemtrail" komplo teorisi, uçakların kasıtlı ve gizlice kimyasal maddeler püskürterek insanları hasta ettiğini, iklimi bozduğunu ve hatta zihin kontrolü yaptığını ileri sürüyor. En sık adı geçen maddeler arasında alüminyum, baryum, stronsiyum ve kireç bulunuyor.

Ancak bu iddialar, ne bilimsel bir laboratuvar ölçümüne ne de akademik bir yayına dayanıyor. Tamamen gözlem ve hissiyata yaslanıyor: “Uçak geçti, başım ağrıdı.” “Çizgiler arttı, hasta olduk.” “Gökyüzü matlaşınca çocuklar öksürmeye başladı.”

Elbette, insanlar gözlem yapar; bu, bilimin ham maddesidir. Ama bilim, gözlemi ölçülebilir veriyle ve neden-sonuç ilişkisiyle tamamlamayı gerektirir. Komplo teorileri ise yalnızca gözlemle yetinir ve bunu doğrudan bir suçlamaya dönüştürür.

Şimdi gelin, neden gerçekten nefes alamadığımıza bakalım. Türkiye'nin pek çok kentinde, örneğin Bursa, Manisa, Ankara, Erzurum ve İstanbul'da PM2.5 ve PM10 değerleri Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sınırlarının çok üzerinde seyrediyor.

Daha açık bir anlatımla biz zaten her gün;

  • Kömürle çalışan termik santrallerin

  • Sanayi bacalarının

  • Yoğun trafikten çıkan egzozların

  • İnşaat molozlarının yarattığı zehri soluyoruz.

Ancak nedense, tüm bu görünür ve belgelenmiş çevresel felaketler yerine, gökyüzündeki buhar izlerine odaklanıyoruz. Neden mi? Çünkü komplolar düşmanı somutlaştırır. Çünkü yukarıya bakmak, aşağıda olanlara karşı kör kalmamızı sağlar. Çünkü bilimsel sorumluluk istemez; yalnızca şüphe/kuşku yeterlidir.

Chemtrail anlatısı, tam da bu nedenle tehlikeli bir "bilgi türüdür." Gerçek çevre suçlarının, doğa katliamlarının, plansız kentleşmenin, su kaynaklarının kirletilmesinin ve pestisitli tarımın üzerini örter. Ve ne yazık ki bu komplo anlatısı, yalnızca bilgi kirliliği üretmekle kalmaz; aynı anda toplumda kurumsal güvensizlik, bilim karşıtlığı ve paranoya da yaratır. Bugün bilim insanlarına, çevre mühendislerine, meteoroloji uzmanlarına “aslında siz bir şeyler saklıyorsunuz” diyen insanlar var. Bu, yalnızca bilgiye değil; ortak akla da bir saldırıdır.

Öyleyse ne yapmalı?

Bu sorunun yanıtı aslında çok yalın, çok açık, çok sıradan:

  • Bilgiyi doğrulayalım.

  • Gözleme değil, ölçüme güvenelim.

  • Gerçek sorunlara odaklanalım.

  • Sosyal medyada değil, bilimsel platformlarda sorgulayalım.

  • Gökten geleni değil, yerde olanı izlemeye alalım.

Türkiye'de çevre sorunlarının kaynağı NATO değil; betona tapan doyumsuz açgözlü düşüncedir. Gizli üsler değil; görünürdeki boşvermişlikler, plansızlıklar ve rant düzenidir.

Kuşkusuz, gökyüzüne bakmak bazen korkutucudur. Ama gökyüzünü suçlayarak yere bakmaktan vazgeçersek, gerçek zehrin nerede üretildiğini göremeyiz. Oysa biz bu ülkenin çocuklarına yaşanabilir bir Türkiye bırakmak istiyorsak, bilimin ışığına, eleştirel akla ve ortak dayanışmaya güvenmeliyiz, başvurmalıyız.

Gökyüzü mavi... Zehir ise yeryüzünde... Unutmayalım ki en çok zehir de komplo teorileri üreten yüreklerde ve dillerde saklıdır.

Anımsayın, bir dönem herkes baz istasyonlarına takmıştı kafayı; kanser olacağız diye mitingler yapılıyordu. O günlerde "baz istasyonlarını istemezük" diye bağıranların çoğu bugün 5G telefon kullanıcısı...

Kaygılanmayın; chemtrail salgınından da sağ salim çıkarsınız. Asıl siz gökyüzüne bakarken altınızdan ülkenizi aldıklarının farkında mısınız?