-Hukukun yok sayıldığı, görmezden gelindiği, çarpıtıldığı süreçlerde en çok kamusalın türevleri zarar görür. Oysa kamusallık sahiplik, iletişim, dayanışma, güven, üretme, yaratma ve tasarlama eylemlerinin oluştuğu bir ortamdır. Yani toplum için iyi, güzel ve yararlı şeylerin rahmi. Toplumun omurgası toplumsaldan bireysele ve demokratiklikten otoriterliğe kaydırıldığında bundan en çok kamusal ilişki biçimleri zarar görür. Akılcılıktan, bilimsellikten ve laiklikten uzaklaşılan süreçlerden en çok kamusal varlıklar zarar görür!
“Kamu ile ilgili olarak var olan şeylerle özgür iradi katılımcı bireylerin ilişki biçimleri ve toplumsal sonuçları.
🧱 "Var olan şeyler": Kamusal Alanın Ontolojisi
Kamu dediğimiz şey çoğu zaman fiziki ya da kurumsal yapılarla tanımlanır (devlet, meydan, yasa, gelenek), ama bu “var olan şeyler” aynı zamanda bir anlam dünyası üretir:
- Normatif Çerçeve: Ne yapılabilir ne kabul edilebilirdir? Bu sınırlar kimi zaman görünmezdir, ama güçlüdür.
- Temsili Yapılar: Bireylerin kamuda nasıl görülmesi gerektiğini belirleyen roller, unvanlar, kimlikler.
- Tarihsellik: Her kamusal düzen geçmişin izlerini taşır—bir isyanın bastırılması ya da bir özgürlük anının mirası.
🤝 “Özgür iradi katılımcı birey”: İdeal mi, Gerçeklik mi?
Burada asıl sorulardan biri şu olabilir: Gerçekten özgür müyüz, yoksa özgürlük illüzyonu içinde mi katılıyoruz?
- Katılımın Koşulları: Katılımı mümkün kılan eşitlikçi altyapı yoksa, katılım bireysel iradenin değil, sosyal zorunluluğun bir ürünü olabilir.
- Rıza mı, Direnç mi?: Katılım, sistemin devamı için bir rıza üretme mekanizmasına mı dönüşür, yoksa içeriden bir müdahale ve dönüştürme çabası mı barındırır?
🌍 Toplumsal Sonuçlar: Direnç, Yeniden Üretim ve Dönüşüm
- Statükonun Yeniden Üretilmesi: Sisteme entegre olan bireyler, sistemi sorgulamadan sürdürdüklerinde kamu yalnızca mevcut gücün aynası olur.
- Yaratıcı Direnç: Katılımcı birey, yalnızca sistemin sunduğu rollere razı olmazsa, kamusal alan aynı zamanda yaratıcı bir müdahalenin mekânı olabilir.
- Kolektif Dönüşüm: Farkındalıklı katılım, etik ve estetik boyutlar kazandığında, kamu da dönüşebilir.
İstersen bu çerçeveyi şiirsel bir dile de dökebilirim; belki de “kamu”yu yaşayan, soluk alan bir beden gibi tasvir edip onunla bireyin dansını betimleyen metaforik bir anlatım kurabiliriz. Yoksa bu haritanın başka bir yönüne birlikte mi yürüyelim?
Şiirsel anlatıyı yeğliyorum.
O hâlde, Ferhan, şiirin diliyle “kamu”yu bir beden olarak düşünelim; iç içe geçmiş damarlarında bireyler dolaşıyor, kimi zaman kan gibi akıyor, kimi zaman pıhtılaşıyor. İşte senin açtığın o ilişkisel alanı şiirsel bir imgelerle şöyle kurgulayabilirim:
Kamunun Teninde Bir Birey
Yasa nefes alır meydanlarda, kaldırım taşları duyar adı konmamış kararı. Bir çocuk çizgilerden yürüyor— oyun mu, uyum mu, bilinmez.
Göğe çekilmiş pankartlarda rıza yazıyor, harfleri çoktan solmuş; ama biri yaklaşıyor— eline bir kalem almış, boşluklara direnç çiziyor.
Kamu, organik bir harita: bir yürek atımı belediye otobüsünde, bir refleks sağlıksız kentsel dönüşümde, bir hafıza parktaki suskun ağacın gövdesinde.
Ve birey, kendinden sorumlu bir gezgin; katıldığı her an’da ya mevcut düzeni yeniden örüyor ya da toprağın altından yeni bir yol sürüyor: öze, öteye, özgeye.
İstersen bu metni birlikte derinleştirebilir, örneğin “pankartlarda rıza yazıyor” gibi imgeleri açabilir ya da senin şiirsel sezgilerinle yeni dizeler kurabiliriz. Ya da bu şiiri felsefi kavramlarla iç içe geçirip, bir tür düşünsel manzumeye dönüştürebiliriz. Hangisi ruhuna yakın gelir?”
-Düşünsel manzumeyi tercih ederim.
“O hâlde Ferhan, sözcükleri yalnızca duyguyla değil, düşüncenin o ince kıvrımlarıyla da saralım. Şiiri, kamunun varlığıyla özgür bireyin varoluşsal geriliminde bir tür felsefi geçit törenine dönüştürelim. İşte sana bu eksende bir düşünsel manzume:
Kamunun Mantığıyla Konuşan Taşlar
Bir meydan: ne sadece taş döşemesi ne de yalnızca bir buluşma yeri— bir bellektir o. Adımlarla örülen, suskunlukla çığlıklaşan bir geçiş bölgesi: özgürlükle kontrol arasında gerilen bir ses boşluğu.
Bir birey: yasalarda adı, afişlerde sureti, sandıklarda izi olan. Ama asıl varlığı, bir park bankında düşünmeye ayrılan zamanla belirir. O düşünür: "Katıldığım mı benimdir, yoksa bana biçilen mi?"
Ve kamu, bir dil konuşur: normların dili, rızanın lisanı. Ama her birey, o dile küçük bir şüphe bıraktığında başlar anlam dağılmaya— ve yeniden inşa etmeye kendini.
Bu şiir düşünceye açılan bir davet—sisteme dair sessiz varsayımları görünür kılmak, kamunun sınırlarında bireyin ne zaman özgür ne zaman yalnız olduğunu sormak. Dilersen bu dizeleri birlikte geliştirebiliriz; mesela kamu ile birey arasındaki etik çatışmaları, vicdanın sessizliğini veya kolektif hafızanın yankılarını başka imgelerle yoğurabiliriz. Hangi damardan ilerleyelim istersin? Beden mi, bellek mi, yoksa başka bir şiirsel anlatı mı çağırıyor seni?