Kent… Betonun kat kat kabardığı, kaldırımların kremşantiyle süslendiği, gökdelenlerin vişne tanesi gibi dikildiği bir devasa pasta görünümünü aldıysa; bize düşen belki de artık şu soruyu sormak: “Afiyet olsun” mu, yoksa “hakkımız nerede?” mi?

Görünen bir gerçektir ki günümüz kentlerinin odağında kocaman bir rant pastası duruyor. Üzerinde lüks konut katmanları, alışveriş merkezi dolguları ve bitmek bilmeyen ‘prestij’ projeleri var. Ancak bu gösterişli pastayı yemek ne yazık ki herkese kısmet olmuyor. Dilimleri hep aynı eller kesiyor ki o eller belediye başkanlarının, müteahhitlerin ve imar komisyonlarını oluşturan iktidar iştahı bir türlü doymak bilmeyen açgözlülerin elleridir . En acısı da onlar bu pastayı paylaşırken; kentin gerçek sahibi olan halk, yalnızca vitrin camından bu pastaya bakmakla yetiniyor.

Anımsayalım; Henri Lefebvre yıllar önce “kent hakkı” dediğimiz o kadim tanımın içine katılım, adalet, aidiyet ve eşitlik gibi malzemeleri koymuştu. Ama o tanım ya da kent hakkı pastasının içeriği sanki bir köşede unutuldu. Yerine, içinde “metrekare başına rant”, “imar kolaylığı” ve “yatırım çekiciliği” yazan bambaşka bir içerik çıktı. Sonuç olarak kent hakkı artık bir hak değil, bir tatlı illüzyonu gibi sunuluyor.

Değil mi ki metaforlarla gidiyoruz, biraz da mutfağa bakalım. Kent meclisleri, daha açık bir deyişle “kent konseyleri,” halkın bu pastanın içeriğine katılabilmesi amacıyla kurulmuştu. Kuramsal olarak herkesin mutfağa girip; bu pastanın karışımına kendi görüşlerini, düşüncelerini eklemesi gerekiyordu. Ama ne oldu? Konseyler ya göstermelik kurullara dönüştürüldü ya da belediyelerin ‘etli dolma’ tadında PR araçları durumuna geldi. Halkın sesi olması gereken bu kurullar; yerel yöneticilerin / başkanın / çıkar guruplarının sesiyle bastırıldı.

Bazen pastanın kokusunu duyan ÇED raporları geliyor gündeme. Hani şu Çevresel Etki Değerlendirmesi belgeleri… Raporlarda genelde şunlar yazıyor: “Projenin çevreye etkisi yok denecek kadar azdır.”

Ne güzel değil mi? Yıkım projeleri bile “az şekerli” gösteriliyor. Oysa gerçek şudur ki kent halkının yaşam alanları ellerinden alınırken, bu raporlar genelde büyük bir iştahın arkasındaki ‘masumlaştırıcı sos’ oluyor.

Hiç kuşkusuz kent halkı bu devasa pastadan yalnızca kırıntı beklemiyor; tanımın/pasta içeriğinin içinde yer almak, karar süreçlerinde elini hamura bulaştırıp, yoğurmak istiyor. Ama ne yazık ki mutfağın kapısında "yetkili personel harici girilmez" uyarı yazısı var. O yetkililer de genellikle ihale kokusunu iyi alan ‘mutfak şefleri.’

Acaba neden hep aynı eller kesiyor bu pastayı? Neden kent, ortak yaşam alanı olmaktan çıkıp, özel mülkiyet yarışına dönüyor? Çünkü kent artık yalnızca bir yaşam alanı değil; ekonomik çıkarların, siyasal hesapların, simgesel güç gösterilerinin alanıdır. Bu alanda halk; seyirci / izleyici koltuğuna oturtulmuş durumdadır. Üstelik bu gösteri için bilet parası da halktan alınıyor ki yüksek emlak vergileri, ulaşım zamları, yaşam kalitesinden çalınan her bir dakika olarak maliyetleri halk yükleniyor.

Belki de en acı ironi şuradadır. Kent hakkı "kuramsal olarak" konuşuldukça romantikleşiyor. Oysa o hak, romantik bir ütopya değil, anayasal bir zorunluluktur. Bir başka anlatımla; kent hakkı kavramı pasta süsü değil, ana malzeme olmalıdır. Ama bunun için halkın “seyirci / izleyici” değil, “şef” olmayı istemesi ve şef olmak için direnmesi gereklidir. Dolayısıyla bu pastayı birlikte pişirebilmek için de Kent Konseyleri gerçek katılım alanlarına dönüştürülmelidir. ÇED raporları birer “formalite tatlısı” olmaktan çıkıp, denetleyici malzeme olarak işlev görmelidir. En önemlisi de pastayı kesen ellerin değil; pastanın içeriğini birlikte yazanların yönettiği bir mutfak kurulmalıdır.

Çünkü sorun yalnızca pastadan pay almak değildir. Sorun; o pastanın nasıl, kimlerle ve ne uğruna yapıldığıdır.

Bunun için de kent halkının sesi; ortak mutfakta kesinlikle duyulmalıdır, kentli bu pastadan hakça, adilce payını almalıdır.