Bir hayvanın, kesileceğini bildiği hâlde gözleriyle yalvarmasını, bir filozofun "onlarda rasyonalite yok" deyişi açıklayamaz.
Tıpkı, zekânın anneden geçtiğini öğrenemeden "kadınlar eksiktir" diyerek bu dünyadan geçip giden düşünürlerin zavallılığı gibi...

90’lı yıllarda Cumhuriyet gazetesinde okumuştum. Avrupa'da yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre; mezbaha çalışanları, kesim sırası gelen hayvanların değişik tepkiler verdiğini fark ediyorlar. Daha sonra bu durumu araştıran bilim uzmanları da hayvanların “öldürüleceklerini bildiği” bulgusuna ulaşıyorlar .

Mezbahada kesime gönderilen hayvanlar panikliyor, kaçmak istiyor, gözleriyle anlatmaya çalışıyor. Bu anlatı bana, felsefenin sıkça yaptığı o kibirli ayrımı hatırlatıyor:

"İnsan akıllıdır, hayvan içgüdüseldir."

Oysa bilimsel gözlemler tersini söylüyor: Hayvanlar yalnıza acıyı değil, tehlikeyi ve kaybı da hissediyor. Belgesel kanallarında izliyoruz; yas tutan fillerden, ölü yavrusunu günlerce bırakmayan maymunlara kadar birçok örnek var. Bu deneyimleri görüp yine de hayvanlara “bilinçsizler” demek, felsefenin değil, tahakkümün dili olsa gerek.

Dahası; "kuş beyinli insanlar" mı, "insan beyinli kuşlar" mı?

Bir diğer unutamadığım haber de yine 90'lı yılların Cumhuriyet Bilim Teknik ekinden; bir bakıma “kuş beyinli” hakaretine bilimsel yanıt gibi bir haberden... Bu arada; ne ilginç değil mi? Günümüzde magazin haberlerine bolca yer veren Cumhuriyet gazetesinde, 90'lı yıllarda bilimsel yeniliklerin, buluşların, deneylerin sonuçları yayınlanıyordu, o yıllarda gazete bir okul gibiydi.

İşte o günlerin Bilim Teknik Eki'nde yazıyordu; bazı kuş türleri ki özellikle kuzgunlar, kargalar, papağanlar alet kullanabiliyor, problem çözebiliyor, taklit edebiliyor, hatta plan yapabiliyordu.

Bu durumda soralım:
Eşitlik, empati, özgürlük, insan hakları gibi kavramları öğrenip, yaşamına taşımayan “insanlar” mı daha akıllı; yoksa problem çözebilen bir karga mı?
Aklı; canlıların tür kartına göre dağıtan bu sistem artık çökmelidir. Çünkü "kuş beyinli" olmak, bazı insanlar için terfi sayılır.

Ve kadını bütünüyle yok sayan alan; Felsefe:

Tarihe dönüp baktığımızda, felsefenin kadınlara yönelik yaklaşımı çoğunlukla “yok sayma” ile “küçümseme” arasında salınır.

  • Aristoteles, kadını eksik erkek olarak adlandırır.

  • Rousseau, kadının eğitimini “erkeğe hizmet edecek biçimde” sınırlar.

  • Schopenhauer, kadınları “kısa görüşlü, yüzeysel” olarak tanımlar.

Ne yazık ki bu filozoflar, zekânın kalıtımsal geçişinden habersiz biçimde yaşayıp gitmişler.

Oysa bugün genetik bilimi, bazı zekâ işlevlerinin (özellikle bilişsel planlama, problem çözme gibi) X kromozomuna bağlı olduğunu gösteriyor ve kadınlarda X kromozomu iki tane.

Bir başka anlatımla aklın cinsiyeti yok belki ama, aklı küçümseyen cinsler var bunca bilimsel gelişmeye, kanıtlanmış gerçeklere karşın...

Ve hayvanlar... Ve bitkiler...

Hayvanların rasyonellikten yoksun olduğunu yalnızca Descartes değil, Orta Doğulu "Kutsal Kitap aklı" da savunur.

İnsanı yaratılışın merkezi, geri kalan tüm varlıkları ise ona hizmetçi olarak açıklar.

Ama ormanların yeraltı kök ağlarıyla konuştuğu, bitkilerin kimyasal sinyallerle birbirini uyardığı bir çağdayız. Hayvanlar iletişim kuruyor, oyun oynuyor, empati yapıyor. Bitkiler bile gölgeyi, rüzgârı, tehditleri hissediyor.

Sorun, hayvanın ya da bitkinin bilinçli olup olmaması değil. Asıl sorun, bizim bilinci yalnızca kendimize ait sanmamız.

Son Söz Yerine: Paradigmanın Sonuna Hoş Geldiniz

Bu yazı, bir başkaldırı değil; bilimsel gerçekleri anımsatma, gündeme getirme yazısıdır.
Dünya, yalnızca insanların ahlâk testinden geçmek zorunda olduğu bir sınav salonu değil.
Kadınlar, düşünemez sanılanlar değil; düşünceyi dönüştürenlerdir.
Hayvanlar, içgüdüsel makineler değil; hisseden, hatırlayan, korkan ve sevgi kurabilen canlılardır.

Bitkiler, suskun değil; yalnızca bizim duyamadığımız seslerle konuşurlar.

Paradigma değişti, ey filozoflar, ey kutsal otoriteler...

Aklın cinsiyeti yok. Bilincin türü yok. Ama kendini tüm yaratılanlardan üstün görme kibri; ne yazık ki bazı ahmak insanlara özgüdür.

*Descartes, meşhur “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) önermesiyle özbilinçli düşünmeyi varlığın temeli olarak tanımlar. Buradan hareketle:

“Hayvanlar düşünemez, çünkü konuşamazlar ve düşüncelerini akıl yoluyla biçimlendiremezler. Bu nedenle onlar yalnızca reflekslere sahip canlı makinelerden ibarettir.”

Bu yaklaşımıyla Descartes, hayvanların ruhu olmadığını, acı çekmediklerini, onların yalnızca otomatik tepkiler veren et-yığınları olduğunu öne sürer.