Çevre Davalarında 20 Yıllık Uygulama Sessizliği

2005’ten 2025’e Değişmeyen Ezber

Takvimler 2005’i gösterdiğinde, Bursa Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Ali Arabacı, kamuoyuna şu yaşamsal gerçeği duyuruyordu:

“Mahkemeler doğadan yana karar veriyor ama bu kararlar uygulanmıyor.”

Üzerinden tam 20 yıl geçti.

Bugün yıl 2025.
Ve biz yine aynı acı sözleri yineliyoruz:
“Mahkemeler doğadan yana karar veriyor ama bu kararlar uygulanmıyor.”

Değişen tek şey, mahkeme kararlarını uygulamamakta gösterilen pervasızlık düzeyinin artması oldu.
Siyasi iktidarlar değişti. Bakanlar gitti, geldi. Hükümetler biçim değiştirdi.
Ama egemenlerin hukuk karşısındaki kibri ve doğa karşısındaki hoyratlığı hiç değişmedi.

Hukuku Sevmeyen Egemenlik

Ali Arabacı’nın 2005’teki şu sözleri bugün daha da anlamlı:

“Siyasiler hukuku sevmez, bu ülkede hukuk kültürü oturmadı.”

Ne yazık ki hâlâ “hukuku sevmeden” yönetmeye alışkınız.
Hukuk, siyasal çıkarlarla çarpıştığında yitiren taraf oluyor.
Özellikle söz konusu olan çevre ise...

  • Ormanları yok eden projeler,

  • Zeytinlikleri tehdit eden maden ruhsatları,

  • Dereleri kurutan HES’ler,

  • Toprağı zehirleyen sanayi atıkları...
    Hepsi hukuken engellenebilir, engelleniyor da.
    Ama egemenler mahkeme kararlarını tanımıyor.
    Tanımıyor değil, bilerek ve isteyerek uygulamıyor.

  • Mahkeme Kararlari

ÇED Raporları: Halkın Değil, Hükümetin Onayı

Bugün çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreçleri de göstermelik duruma geldi.
Halkın karşı çıktığı, bilim insanlarının raporlarla uyardığı projelere
ÇED olumlu raporu veriliyor.
Daha anlaşılır bir anlatımla; ÇED artık "Çıkarı Egemen Devletin" raporuna dönüştü.

Mahkemeler iptal etse bile, ya karar uygulanmıyor ya da yeni bir yönetmelik değişikliğiyle karar baypas ediliyor.
Tıpkı 2005’te Cargill örneğinde olduğu gibi...

Devlet eliyle çevre katliamı olur mu?

Yanıt: Türkiye’de evet.**

Bugün gelinen noktada artık şunu açıkça söylemeliyiz:

Çevre katliamları bireysel suç değil, kurumsal karardır.
Ve çoğunlukla bu kararlar resmî makamlarca, devlet politikası hâline getirilerek uygulanıyor.

Bir başka deyişle doğayı yok eden yalnızca ruhsat alan şirket değil; ona ruhsat veren bakanlık da suç ortağıdır.

Sessiz kalan, uygulanmayan kararı görmezden gelen yetkililer de, yürütmeyi durdurma kararına rağmen dozerlerin önünü açan kolluk da…

Hepsi bir zincirin halkalarıdır.

Çevre Bilinci Değil, Siyasal Sadakat Ödüllendiriliyor

Bu ülkede çevreyi savunmak “marjinal” davranışlar olarak tanımlanıyor.
Hukuku uygulamak isteyen yargıçlar ya sürülüyor ya da susturuluyor.
Kazanan doğa değil, emri uygulayan aparat oluyor.

Daha açık bir deyişle ülkeye egemen olanlar, kendi mahkemesinin kararını uygulamaktan kaçıyor.

Bu koşullarda; ülke hukuk devleti değil, gösteri devleti olur.
Bu koşullarda; ülkede yaşanan katılım değil, dayatma düzeni olur.
Bu koşullarda; ülkede var olan düzen demokrasi değil, çevreyi yönetilen bir kaynak olarak gören yeni bir tahakküm/baskı biçimidir.

Mahkemeler Yetmez, Savaşım Gerekir.

Bugün artık biliyoruz ki, doğadan yana karar alan mahkemeler, doğanın kurtuluşu için yetmiyor. Kararı halk uygulatmadıkça, doğa kendi haklarını koruyamıyor. Devletin doğayla değil, şirketlerle özdeşleştiği bu çağda, çevre hareketi yalnızca bir “hak arayışı” değil, bir “var oluş” savaşımıdır.

Çünkü bazen en büyük suç, yalnızca yasa çiğnemek değil; hukuku uygulamamaktır.

*Bir açıklama: Bu yazımızda söze Bursa örneğinden başlamış olsak da... Ülkemiz genelinde yaşanan her çevre sorunsalında yazgı değişmiyor nasıl olsa... Bu nedenle kaygımız da, kavgamız da, ortak paydamız da ülkemiz genelinde yaşanan çevre sorunlarından yana...