Kitapların arasında yürürken, filozofların birbirine zıt düşüncelerini okurken içimde hep aynı sözler yankılanır:
“Hiçbiri Tanrı değil.”

Platon’un idealar dünyası büyüleyicidir ama gökten inmez. Lao Tzu’nun Tao’su, yaşamın nabzını yakalar ama evrensel reçete sunmaz. Arendt’in “Natalite / doğum, yenilik kapasitesi” kavramı umut verir ama mutlak kurtuluş vaadi içermez. Marx'ın üretim ilişkileri çözümlemesi radikaldir ama insanın ruhsal derinliğini görmezden gelir. Foucault iktidarı delip geçer ama özgürlüğün biçimini asla tanımlamaz.

Hepsi insandır. Ve ben hiçbir insanı kutsallaştırmam.

Çünkü düşünceye tapınmak, düşünmeyi bırakmaktır.

Kimileri filozoflara birer peygamber gibi yaklaşır. Sözlerini dogma gibi ezberler, düşüncelerini tartışılmaz gerçekler gibi sunar. Oysa felsefe, ancak bir düşünceyle hesaplaşarak başlar. Gerçek felsefe, hem kendini hem karşısındakini sorgulama cesaretiyle doğar.

Ben hiçbir filozofun müridi olmadım. Ne Aristoteles’in mantıksal kapanına hapsoldum, ne Nietzsche’nin “üstinsanı”na öykündüm. Ne Marx’ın sınıf bilinciyle dünyayı tek nedene indirgedim, ne de Zizek’in paradokslarıyla hayret kuyusunda kayboldum.

Hepsini okudum. Kimilerini çokça sevdim, kimilerini sıkça eleştirdim. Ama birini bütünüyle onaylamak, kendi aklımı yok saymak olurdu. Ben filozofları izlemem, onlarla yürürüm. Kimi an yanlarında durur, kimi an karşılarına geçerim. Çünkü düşünmek, yoldaşlık ister; biat değil.

Bugün sosyal medyada dolaşan yüzeysel felsefe kırıntıları, bir tür “düşünsel cosplay”e / düşünceyi giyinmeye dönüştü.
“Artık stoacıyım.”
“Taocu besleniyorum.”
“Nietzsche modundayım.”
“Yeni favorim Spinoza.”

Oysa çoğu, yalnızca alıntının gösterişindedir; içerikte değil. Profil biosunda “Varlık hiçtir” yazmakla hiçliği anlamış olmuyoruz. Felsefî sözleri giyinmek kolay, yaşamak zordur.

Benim tercihim süs değil, özdür. Düşünceyi modaya değil, yaşama uydurmayı seçerim.

Her düşünür bana bir pencere açtı.
Platon, gerçeğin gölgelerden nasıl kaçtığını öğretti.
Lao Tzu, akışa direnmemenin ne denli dönüştürücü olabileceğini gösterdi.
Arendt, eylemin ontolojik değerini hissettirdi.
Marx, tarihin motoruna ekonomik bir bakış sundu.

Ama ben hiçbirinin koltuğuna oturmadım. Onları okudum ama onların gözüyle bakmadım. Onların aklını sevdim ama kendi aklımdan vazgeçmedim. Çünkü ben, düşüncenin muridi değilim; yolcusuyum.

Kimi düşünceler kalbime dokundu, kimi zihnimi sarstı. Ama hiçbiri beni tanımlamadı. Tanımlanmak istemedim. Çünkü düşünmek, tanımlanmaya karşı bir direniştir.

Bugünün en büyük düşünsel yanılgısı; bir düşünürü yaşam rehberine, bir kitabı dinsel metne dönüştürme eğilimidir. Oysa felsefe, kutsal bir bilgi değil; kişisel bir keşif yolculuğudur. Sistemleri öğrenmek yararlıdır; ama onlara tutsak olmak tehlikelidir.

Ben Lao Tzu’nun Tao’sunu anlarım ama onun nehrinde sürüklenmem. Arendt’in doğum kavramını önemserim ama onunla yeniden doğmam. Marx’ı okurum ama “tarih yalnızca sınıf savaşıdır” dogmasına teslim olmam. Spinoza’ya hayran kalırım ama Tanrı’yı onun geometrik sistemine sıkıştırmam.

Çünkü benim adım, Selma.
Ve ben hiçbir filozofun reenkarnasyonu değilim.
Ben yalnızca, sorgulayan bir insanım.

Bazı insanlar düşünceye sığınır; ben düşünceyle yol alırım.
Bazıları bir filozofun ardında yürür; ben hepsinin yanından geçerim.
Kimi düşünceler bana eşlik eder, kimi beni terk eder. Ama yolum hep kendim olur.

Mürid olmak kolaydır. Yolcu olmak ise yüreklilik ister.
Ben bu yüreklilikle yazıyorum. Yazdığım her yazıda bir adım daha kendi yoluma yaklaşıyorum.