Çocukluğumuzdan beri duyarız bu sözleri; Su akar, Türk bakar... Her ne kadar kulağa atasözü gibi gelse de bu sözler, gerçekte bir halkın yazgısına yön veren düşüncenin eleştirel özeti gibidir. Çünkü bu ülkede yalnızca su değil; akıl da akar, olanaklar da, doğa da, gençlik de, umut da... Üstelik hep boşa akar ve bizler de hep bakarız. Ama görmeyiz. Görsek bile anlamayız. Anlasak bile anlamazlıktan geliriz. Çünkü suyun akışını izlemek, onun nereye vardığını düşünmekten daha kolaydır.
Ve bu ülkede yıllardır; toprağa değil, asfalta yağar yağmurlar...
Asfaltlanmış kentlerin üstünden hızla akıp giden yağmur damlaları, toprağın yüreğine değil; beton kanallar aracılığıyla denizlerin tuzuna karışır çarpık kentleşme bağlamında... Oysaki her yağmur damlası, bir damla gelecek demektir. Toprağa karışsa yeraltı suyunu besler, bitkiyi büyütür, yaşamı sürdürür. Ama biz onun yerine, toprağı örten bir asfaltla kendi ellerimizle susuzluğa yatırım yapıyoruz. Çağdaşlık sanıyoruz, uygarlık sanıyoruz. Oysa bu toprak, asfaltla değil, akılla/usla kaplanmalıydı.

1950’lerden beri süren Doğu’dan Batı’ya göç, yalnızca nüfus akışı değil; doğal kaynakların, dengelerin, altyapının da yerinden edilmesi anlamına geliyor. Batı kentleri şişiyor; elektrik, su, kanalizasyon sistemleri yetmiyor. Ama kimse sorunun temeline inmiyor. Bölgeler arası dengesiz kalkınma politikalarıyla doğunun kaynakları heba edilirken ya da atıl bırakılırken, batının yükü artıyor. Musluktan su akmayınca; kimse Erzincan’daki, Tunceli’deki, Van’daki boşa akan kaynakları anımsamıyor. Fırat'ın, Dicle'nin suları nereye akıyor diye sorgulamıyor. Çünkü bu ülkede kaynak sorunu yoktur; ileri görüş-süz-lük sorunu vardır.
Ne yazık ki bu ülkede petrol borusu döşeyenler, su borusunu gözden kaçırır.
Yurt dışından doğal gaz, petrol taşıyanlar; enerji hatlarıyla övünenler nedense kendi ülkesindeki suyu taşımayı akıl etmezler. Oysa İsrail yıllardır deniz suyunu arıtarak çölü vaha yapıyor. Çölün ortasında tarım yaparken, bizim tarım alanlarımız betonlaşıyor. İsrail’den kısır tohumlar alıyoruz ama asıl alınması gerekeni, daha açık bir anlatımla ussal yöntemleri, ileri görüşlülüğü almıyoruz. Onların çözüm üretme yeteneği ya da uygulamalarını örnek almak bizi ilgilendirmiyor çünkü çözüm, sorunları itiraf etmeyi gerektirir. Bizde ise sorunları inkâr etmek, bir tür yönetim biçimidir ve bu çözümsüzlükler nedeniyle de ya önceki yöneticiler ya da dış güçler suçludur.

Evrenin kuralı ya da maddenin sakımı yasası der ki: Evrende hiç bir şey yok olmaz, yalnızca biçim değiştirir, dönüşür.
Bu yasa bağlamında su da yok olmaz, buharlaşır. Buharlaşan su, yağmur olur, kar olur, yeniden toprağa düşer. Evrenin her zerresi dönüşürken; yalnızca bizim "partizan" yöneticilerimiz yerinde sayar, onlar dönüşmez, değişmez, gelişmez. Yeraltı suları ussal yöntemlerle beslenebilir ama bunun için önce akıl/us gerekir. Plansız kentleşme, su kaynaklarının kirletilmesi, çoğunlukla kasıtlı çıkarılan orman yangınları, maden alanları açma ısrarı, yanlış tarım politikaları… Her biri susuzluğu doğuran bebeklerdir. Biz, o bebekleri büyüttük. Şimdi her biri susuzluk canavarı oldu.

Sorun su değil, suskunluktur.
Bu ülkede suyun tükenmesinden çok önce, aklın/ussallığın, planlamanın, kamu yararının tükendiği doğrudur. Bilim susunca, bilimsiz ve bilinçsiz siyaset; susuzluğa neden olur. Strateji olmayınca, musluk da olmaz, musluklardan su da akmaz. Yurttaşlar, damla damla kuruyan umutlarını izliyor. Gelecek için kaygılanmak, artık sıradan bir alışkanlık oldu. Ama gerçek felaket; bu kaygının bile artık dile getirilmemesi... Su kurur, baraj boşalır, toprağın çatlağında gelecek bükülür.
Yaşamak için önce oksijeni bol temiz havaya, daha sonra da içilebilir suya gereksinim vardır. Beslenme bile havadan ve sudan sonra gelir.
Su, yaşatır. Ama yalnızca toprağa değil; düşünceye, stratejiye, adil planlamaya da akarsa yaşatır. Bundan böyle SU AKAR, TÜRK BAKAR sözü; artık yazgı değil, bir başkaldırının sözleri olmalıdır. Çünkü bakmakla yetinenler, bir gün içecek su bulamadıklarında ne yazık ki bakacak hiçbir şey de bulamayacaklardır.