Gelecek Taslağı mı, Sorumluluk Yasası mı?
Türkiye, 2021’de Paris İklim Anlaşması’nı onayladığında, dünya kamuoyuna yüksek perdeden bir söz verdi:
“2053 yılında karbon nötr olacağız!”
Büyük sözler, geniş tarih aralıkları, iyi niyet paketleriyle süslenmiş planlar... Ama madalyonun diğer yüzünde bir gerçeklik var:
Bugün ne yapıyoruz?
Sorun yalnızca 2053 yılına bir hedef yazmak değil; o hedefe giden yolun her bir taşını bugünden döşemek... Ancak “2053” gibi uzak bir tarihe odaklanan politik söylemler, çoğunlukla bir siyasal “oyalama aracı” olarak işlev görüyor.
Bugün karar almaktan kaçınan, radikal dönüşümleri erteleyen, maliyetli ama gerekli önlemleri "olası" sonraki hükümetlere havale eden bir yaklaşım; gelecek nesillere yalnızca ekonomik borç bırakmıyor, aynı anda iklim krizinin ağır faturalarını da miras bırakıyor.
Taslaktan Yasaya: Gerçek Değişim mi?
Yıllarca tartışılan iklim yasa önerileri, kamuoyuna "taslak" olarak sunuldu. Taslak; gerçekte aslında oldukça anlamlı, üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken bir kavram:
Taslak; geçici demektir. Tamamlanmamış demektir. Ne ara yürürlüğe gireceği belli olmayan, bağlayıcılığı ve yaptırımı sınırlı olan belge demektir.
Bilindiği gibi 2 Temmuz 2025’te TBMM tarafından yasa onaylandı, ama şu sorular geçerliliğini koruyor:
-
Bağlayıcı kısa vadeli hedefler var mı?
-
Denetim mekanizmaları nasıl işleyecek?
-
Sivil toplumun sürece etkisi ne kadar olacak?
-
Üniversiteler ve bilim dünyası karar alma süreçlerine katılım sağlayacak mı?
Çünkü yasa metni tek başına yeterli değildir. Temel sorun; bu yasanın nasıl uygulanacağı, hangi kurumların hangi yetkilerle ve hangi denetimle bu süreci yürüteceğidir.
Sürdürülebilirlik mi, Sürüncemede Kalmışlık mı?
Gelin samimi ve dürüst olalım.
Türkiye'de çevre politikaları uzun yıllar boyunca bir tür “gelişme-çevre çelişkisi”ne sıkıştı.
Çevre Bakanlığı, çoğunlukla imar affının, hızlı kentleşmenin, maden ruhsatlarının ve “yeşil” yatırımların "sözde" garantörü oldu ki ne an bir çevresel yıkım yaşansa, önce şirketler konuştu, sonra bakanlık sustu. Şimdi soruyoruz:
Aynı refleksle mi 2053 hedeflerine ulaşacağız?
Ve günümüzün gerçekleri:
-
Orman alanları madenlere açılıyor.
-
Sulak alanlar kurutuluyor.
-
Termik santraller teşvik ediliyor.
-
Yerel halkın katılımı yok denecek kadar az.
-
Üniversiteler, bilimsel veri üretimiyle değil, “danışılmadan dışlanarak” kenarda bırakılıyor.
-
Mevzuatlar, iklim adaletini değil, sektör çıkarlarını önceliyor.
Bu koşullar altında, “yeşil kalkınma” vizyonunun altı ne kadar doludur?
Yoksa 2053 vizyonu, bugünün yanlışlarını örten bir perdeye mi dönüşmektedir?
İklim Yasası çıktı. Evet, bu önemli bir adımdır. Ama gerçek soru şudur:
Bu yasa, yalnızca bir “niyet beyanı” mı, yoksa etkili bir “sorumluluk rejimi” mi yaratacaktır?
Eğer gerçekten sürdürülebilir bir gelecek istiyorsak, şunu baştan onaylamalıyız:
Sürdürülebilirlik bir strateji/bir yöntem değil, bir vicdan sorunsalıdır.
2053 yılı geldiğinde bu yasa:
-
Yalnızca bir temenni olarak mı anılacak?
-
Yoksa dönüştürücü etkileri olan bir dönüm noktası olarak mı anımsanacak?
Bugünden bu soruların izini sürmek, yarının vicdanına hesap vermek için en güçlü başlangıçtır.
Ancak şu unutulmamalıdır. Yasa çıktıysa, söz tutulmuş sayılmaz. Yasa uygulanırsa, adalet olur.
Ve temel sorun; o adaletin, yalnızca belgelerde değil, ormanlarda, derelerde, soluduğumuz havada ve çocuklarımızın geleceğinde yaşam bulmasıdır.