Özellikle psikolojide "iyimserlik" üzerine verilen örneklerde dillere pelesenk olmuş bir deyim vardır: Bardağın dolu tarafını görmek...

Oysa bu deyim, günümüz koşullarında giderek pek çok kişiye anlamsız, hatta acımasız gelmeye başladı diyebiliriz. Çünkü artık pek çok kişi; o bardağın yarısını dolduracak bir damla suya bile ulaşamıyor. Dolayısıyla boş bir bardağın dolu tarafını görmeye çağrı çıkarmak; daha çok bir zihin oyunu, bir illüzyon, bir modern “umut pazarlama” stratejisine dönüşmüş durumda...

Kapitalizmin, tüketim toplumunun ve politik popülizmin ortaklaştığı en kurnaz yöntemlerden biri; yoksunlukları örtmek için umut dağıtmaktır. Ozan Orhon Murat Arıburnu "Dünya döndükçe / Umut, fakirin ekmeği / Ye Mehmet ye / Ye Mehmet ye!.." dese de dizelerinde... Ne yazık ki boş umutlar karın doyurmuyor; boş tabağa ekmek, yemek ve boş bardağa da su doldurmuyor.

Bugün pek çok insana önerilen “bardak metaforu”, gerçekte yapısal sorunları bireysel düşünceyle aşabileceğimiz yalanına dayanır. Oysa işsizlik, gıda güvensizliği, barınma krizi, eğitimde eşitsizlik ve sağlık hizmetlerine erişimdeki adaletsizlik gibi sorunlar; bireysel iyimserlikle değil, politik ve toplumsal dönüşümle çözülebilir.

Siyasetçiler, şirketler ve bazı medya figürleri, umudu bir bakıma ürün gibi satıyor. “Her şey çok güzel olacak” ya da “Birlikte başaracağız” gibi söylemler, içi boşaltılmış birer telkin olarak karşımıza çıkıyor. Umudu sürekli olarak ‘geleceğe havale etmek’, bugünün adaletsizliklerini örtbas etmenin bir yolu biçimine geldi. Oysa gerçek umut; bugünün gerçeğiyle yüzleşmeyi, onunla mücadele etmeyi gerektirir.

Pasif umut, yalnızca sabretmeyi önerir. Aktif umut ise mücadeleyi. O nedenle umut, bir duygu değil; bir eylem tarzıdır. Suyu olmayanlara; bardağın dolu tarafını göstermeye çalışmak yerine, neden o suya erişemediklerini sormalıyız. Bardağın neden boş olduğunu, musluğun kimin denetiminde olduğunu tartışmalıyız.

Bugün dünyada ve bu ülkenin pek çok kentinin sokaklarında; bardağın yanına bile yaklaşamayan milyonlar var. İşçi, emekli, kadın, genç, göçmen… Her biri düzenin dışına itilmiş, sesi bastırılmış, suya erişimi engellenmiş. Onlar için “dolu taraf” artık bir düş değil, bir aldatmaca... Yaşamın tüm ağırlığı sırtlarındayken, onlara önerilen “olumlu düşünceler” yalnızca yeni bir sömürü biçimi...

Kimi an ‘umut’, uyuşturucudan farksız bir araç durumuna gelir. Düşünmeyi, sorgulamayı, örgütlenmeyi engelleyen bir sis perdesi olur. İşte tam da bu yüzden, umudu değil, bilinci örgütlememiz gerekiyor. Sorgulayan, hesap soran, daha doğru ve daha ussal seçenekler yaratan, öneren bir bilinç…

Bardağın dolu tarafını görmek isteyenler için önce suya, sonra da o suyu hakça, adilce dağıtacak bir düzene gereksinim var. O düzenin adı da ne yalnızca umut ne de yalnızca “olumlu düşünce” olabilir. O düzenin adı adalet, eşitlik, dayanışma ve hak temelli yaşamdır.

Kesinlikle unutmayalım: Umut, dağıtılarak değil; paylaşarak büyür. Ama önce su gerek… Suyu olmayanlara bardak değil, kaynak gerek... Bilinmelidir ki o kaynak; yalnızca güzel sözlerle, umut dağıtan "yalancı" dillerle bulunmuyor. Çalışarak, çabalayarak, çözüm üreterek bulunuyor.