“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demişti Herakleitos. Belki de bu yüzden, değişime direnenler hep geç kalır; en çok da onlar savrulur yenilenen, değişen, dönüşen toplumsal rüzgârlarda...

Demokrasi, geçmişte halkların gözünde uğruna alanlar doldurulan, bildirgelerle kutsanan, özgürlükle özdeşleşen bir kavramdı. Oysa günümüzde demokrasi; o bildik sokaklarda, o coşkulu afişlerde yaşamıyor. Kendi çağından, kendi coğrafyasından sürgün ediliyor sanki... Çünkü mekân/alan/platform değişti. Dil, araç, hafıza değişti. En derinden de, paradigmanın kendisi değişti.

Herakleitos’un nehir benzetmesi, ilk çağlardan beri bir aforizma gibi ağızdan ağıza dolansa da; bu kısa tümcede saklı olan gerçek, yalnızca felsefenin değil, siyasetin de temelini sarsacak güçtedir. Değişim; özel koşullarda ortaya çıkan bir sapma değil, yaşamın doğrudan kendisidir. Çünkü insanlar gibi kavramlar da değişir. Üstelik takvimle değil, değişen anların, dönemlerin iç sesiyle...

Bugün demokrasiden söz ettiğimizde, aklımıza yine de antik çağın agoraları ya da modern dönemin seçim sandıkları gelebilir. Oysa artık ne “demos” aynı sesle konuşabiliyor, ne de bu sesin ulaştığı kanallar aynıdır. Dijital uğultu arasında, yurttaşın sesi silik, görüntüsü pusludur. Demokrasi, günümüzde güncellenmediğinde çökme riski taşıyan bir yazılıma benziyor; ama onu güncelleyenin kim olduğu çoğunlukla bilinmiyor, gizli, meçhul...

Thomas Kuhn’un bilimsel devrimlerdeki paradigma dönüşümü kavramı; bilindiği gibi yalnızca bilime değil, siyasete de ışık tutar. Demokrasi yalnızca bir yönetim biçimi değil; toplumsal uzlaşının, meşruiyetin ve yurttaşlık bilincinin taşıyıcısıdır. Bu taşıyıcılık zayıfladığında; eskiden güven veren paradigmalar da artık kuşku uyandırır.

Bugün yaşadığımız değişim, salt siyasal bir evrim değil; aynı anda bir "gerçek" bunalımıdır. Gerçeğin bulanıklaştığı bir çağda, o gerçeğe yaslanarak kurulan demokrasinin de formu/biçimi/şekli değişir. Meclisler yerine sosyal medya platformları, oy pusulaları yerine veri kümeleri, temsil yerine algoritmalar konuşulmaya başlar.

Ve karşımıza "Katılım mı, Gözetim mi?" ikilemi çıkar.

Günümüzün dijital demokrasisi, iki uç arasında gidip geliyor: Bir yanda katılımı artırdığı savunulan dijital araçlar, diğer yanda bu araçlar yoluyla kurgulanan görünmez denetim mekanizmaları… Katılımın genişlediği söyleniyor, ama bu katılımın nasıl yönlendirildiğini kimse tam olarak bilmiyor.

Algoritmaların kime, neyi, nasıl göstereceğine karar verdiği bir düzende; yurttaşın katkısı da, kanaati de manipülasyona açık duruma geliyor. Bu da bizi ironik bir noktaya getiriyor ki bu durum; daha çok görünürlük, daha az temsil anlamına gelebilir. Bu bağlamda demokrasi, gitgide bir performansa, bir gösteriye dönüşüyor. Simülasyon, gerçekliğin yerine geçiyor.

Kuşkusuz demokrasi kaçınılmaz olarak değişecek. Ama bu değişimin yönü, pasif / edilgen seyircilerin değil, bilinçli yurttaşların eliyle çizilecek. Bugün bazı yönetimler “güvenlik” gerekçesiyle demokrasiyi budarken; bazı toplumsal hareketler, daha yatay ve doğrudan katılıma dayalı yeni modellerin izini sürüyor.

Sorulması gereken temel soru şu: Değişim mi demokrasiyi yönlendirecek, yoksa biz demokrasiyi değişimin rotasında tutabilecek miyiz?

Bugün yurttaşlık, yalnızca oy vermek değil. Dahası oy, artık katılımın en güçsüz halkası sayılıyor. Gerçek yurttaşlık; eleştirmek, sorgulamak, öneri sunmak, birlikte üretmek ve direnç göstermekle anlam kazanıyor.

Bu anlamda yeni demokrasi anlayışı, sandıkla sınırlı değil; yaşamın her alanına yayılabilecek bir ortak istenç arayışıdır. Ancak burada da göz ardı edilmemesi gereken bir tehlike var: Dikkat ekonomisinin hüküm sürdüğü bu çağda, yurttaşlık da bir “tık”a indirgenebilir. Demokrasi, yalnızca bir seyirlik durumuna gelirse, simülasyon gerçekliğin yerini alır. Ve Baudrillard’ın simülakr kavramı, demokrasiye ilişkin elimizde kalan son kırıntıyı da sorgulatır.

Demokrasi sıradan bir yapı değil; sürekli onarılmayı, yeniden tasarlanmayı bekleyen bir yapıdır. Her kuşak, bu yapının planlarını kendi deneyimiyle çizer. Bazen çizerken yolunu kaybeder, bazen yeni yollar keşfeder. O yüzden demokrasi ne bir ütopyadır, ne de tamamlanmış bir yönetim. O, insanlık var oldukça süregelen bir yolculuktur. Bu yolculuğun itici gücü de yalnızca kurumlar değil; insanların içindeki özgürlük arzusu olmuştur. Bu arzu sürdükçe, her şey yeniden yapılandırılabilir, demokrasi paradigmasının değişimi de sürer gider.