ESG’nin Türkiye Macerası: Kurumsal Vicdan Nerede Başlar?
Son dönemde bazı şirketlerimizin “sürdürülebilirlik performansları” övgüye değer bulunuyor. Raporlar hazırlanıyor, web siteleri yemyeşil oluyor, sosyal medya hesaplarında orman manzaraları eksik olmuyor. Dahası bazı şirketler karbon ayak izlerini sıfıra indirdiklerini söylüyorlar. Bu açıklamalrı içeren e-postayı göndermek için harcadıkları elektrik bile karbon salıyor olabilir ama olsun, niyet önemli (!)
Bu uygulamaların adına ESG diyorlar: Environmental (çevresel), Social (sosyal), Governance (yönetişim). Daha açık bir anlatımla; doğaya zarar verme, insanı ezme, şirketi bir hanedan gibi yönetme diyorlar. Ama biz ne anlıyoruz?
Örneğin bir şirket düşünün, ESG raporunda “çalışan hakları” konusunda kendini örnek gösteriyor. Ama aynı şirket sendika isteyen işçiyi ertesi gün kapının önüne koyuyor ya da bir holding, “toplumsal cinsiyet eşitliği”nden uzun uzun söz ediyor ama üst yönetiminde bir tane kadın yok ya da bir inşaat devi, “doğaya saygı” başlığında paragraf, paragraf yazmış, ancak Kazdağları’nın yamacını kazmakta hiç sakınca görmüyor.
İşte tarz tıtım ve davranışlar; etik mi, yoksa yalnızca etiket mi?
Türkiye’de ESG çoğunlukla dışa dönük bir makyaj operasyonu gibi uygulanıyor. AB’ye ihracat yapan şirketler, yatırımcıya güzel görünmek için bu üç harfli kutsal sözlere sarılıyor. Ama içeride işler henüz “babadan kalma yöntemle” yürüyor. Ne yazık ki “Patron benim; ben bilirim, sen sus”, “biz aile şirketiyiz, dışarıya hesap vermeyiz”, “şirket sırrı” adı altında toplumdan gizlenen her şey kara düzen sürüp gidiyor.
Ama dünya değişiyor. CSRD ve SFDR gibi düzenlemelerle Avrupa artık yalnızca ürün değil, değer de ithal etmek istiyor. Üstelik bu değer, yalnızca kutunun içindekiyle değil; kutuyu kimin, nasıl, hangi haklarla, hangi doğa parçasını tahrip ederek doldurduğuyla da ilgileniyor.
Türkiye’de bazı şirketler buna ayak uydurmakta kararlı; kimisi içten, kimisi "içtenmiş gibi"… Ama sorun henüz gerçekten etik davranmak değil amaçlı değil, göz boyamaya yönelik / göstermelik etik görünmek amaçlı...
İşte burada sormamız gerekir ESG; vicdan mı, vitrin mi?
Şirketler ESG raporlarını yazarken kaç tane temizlik personeli ile konuşmuşlar?
Sera gazı emisyonlarını hesaplarken hiç kırsalda yaşayan insanların su kaynaklarının durumunu araştırmışlar mı?
Kadın istihdam oranlarını açıklarken, kreş politikalarından da söz etmişler mi?
Bu sorulara verilen yanıtlar hayırsa, ne yazık ki o raporlar gerçek ESG değil; yalnızca PR’dır.
Unutmamalıdır ki ESG yalnızca bir performans göstergesi değil; bir toplumsal hesap verme aracıdır. Bu yüzden ESG’nin Türkçesi yalnızca "çevre", "sosyal" ve "yönetişim" değil; aynı anda vicdan, saydamlık ve sorumluluk olmalıdır.
Bilinmelidir ki etik olmak cesaret ister
Türkiye’de etik olmak kesinlikle cesaret istiyor. Çünkü şeffaf/ saydam olan, eleştirilebilir olur. Katılımcı olan, yavaş işler. Hesap veren, risk almış sayılır. Oysa bizim sistemimiz hızlı, sorgusuz ve kimseye hesap vermeyen kurumları ödüllendiriyor.
İşte bu yüzden ESG bizde ne yazık ki “etkileyici sunumlar”, “görseli bol broşürler”, “rapor içinde raporlar” aşamasında. Oysa dünya başka bir yere gidiyor: Söz değil, etki istiyor. Görünürlük değil, değişim istiyor.
Kuşkusuz ESG’ye inanmak zorunda değilsiniz. Ama en azından şu soruyu sorun:
“Kurumsal olarak iyi görünmek için mi uğraşıyoruz, yoksa gerçekten iyi olmak için mi?”
Çünkü günümüz dünya düzeninde; yaşananlar şunu gösteriyor:
Etik görünenler değil, etik olanlar kalır. Ama etik olmayan bir şirketin ürünleri; ya sınır ötesinden döner ya da sınır içerisinde kalır, dolayısıyla sizin ihracatınız da sınıfta kalır.