Önce randevu… Sonra ret!
Sonra kapıya dayanmak!
Acaba doğru mu bu siyasetin çizgisi?
Sormak ve sorgulamak her T.C. vatandaşının en başka gelen yurttaşlık görevidir.
Ayrıca, sorumluluklarımızın en birinci maddesi.
Biz demokrasiyi böyle öğrendik.
Ve öğrendiğimiz gibi de [hiç değilse kendi yaşamımız içinde] uygulamaya çalışıyoruz.
Şimdi… Sadede gelelim:
Sadet, muhalefetin ve özel olarak da CHP’nin uygulamakta olduğu siyasetin şeklidir, yöntemidir, içeriğidir.
Düşünüyoruz:
CHP genel başkanı sayın Kılıçdaroğlu önce TÜİK’in kapısını çalmak istedi; çaldırmadılar.
Çok büyük bir ayıp, gaf ve siyasi yanlışın içine düştüler.
Bu çarpıklığın karşısında Kılıçdaroğlu ne yaptı?
**Kapının önünde nutuk attı.
**Kim vardı orada?
**Küçük bir topluluk; olsa olsa 200 kişi… Birkaç televizyon kamerası, üç beş gazete muhabiri.
**Eeee, sonra?
**Sonra görevini yerine getirmiş bir lider doygunluğunun huzuru içinde gerisin geriye döndü ve belki parti binasındaki makamına, belki de [oldukça yorulmuş olacak] evinin otuma odasına yöneldi.
Türkiye halkı bu meseleyi tam olarak öğrenebildi mi?
Yok canım, ne gezer… Medyanın yüzde 90 küsuruna egemen olan iktidar olayı, sadece Kılıçdaroğlu’na karşı verilen gür sesli yanıtların gölgesinde, o da yarım-yamalak öğrenebildi…
Sonra bu büyük başarılı[!] hamle çok beğenilmiş olacak ki, geçtiğimiz günlerde Millî Eğitim Bakanlığı’nın zincirlenmiş kapısının önünde de tekrarlandı.
Peki yapılmamalıydı mı bu kapı-önü eylemleri?
Evet, ya-pıl-ma-ma-lıy-dı!
Koskoca bir muhalefet partisi liderinin devletin temel kurumlarının önünden geri çevrilmesinin görüntüleri ile -asla-ye-ti-nil-me-me-liy-di…
Muhalefetin iki temel görevi vardır:
1.- Sorunları tespit etmek ve bu sorunların çözümleri yönünde çareler, projeler üretmek.
2.- [Çok çok daha önemlisi:] Sorunların çözümüne kitleleri ortak etmek… Halkın demokratik direnme hakkının önüne konan engellerin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunma…
Yani özetin özeti şudur: Halkla sorunların ve onların çözüm yolları arasındaki köprüyü kurmak!..
Bizce Kılıçdaroğlu TUİK’in ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın kapılarından kös-kös geri gidip dönmek yerine… İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Mersin’de, Konya’da, Giresun’da, Rize’de, Diyarbakır’da… Yani her yerde, her meydanda kitlelerle buluşup, onlara TÜİK’in yapıp ettiklerini ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın adaletsizliklerini ve ülkedeki tüm haksızlıkları, tüm anti demokratik uygulamaları, tüm hukuksuzlukları, hayat pahalılığını, her  şeyi, [eksiksiz] her şeyi, her-bir-şeyi… Ve hepsini birden anlatmalıydı… Ve böylece, hep beraber olunmalıydı!
Kitlelerin sözcüsü [ya da gerçekten lideri] olabilmek için kitlelerin içinde olmak gerekir. Onlara güven vermek, güç aşılamak gerekir.
Ayrıca çarşı pazar gezerek, üç-beş esnafla konuşmak da değil… 
Sorunları kitlelere ulaştırmak, çözümleri kalabalıkların önüne açıklıkla koymak… Halkın cüzdanı, gönlü, dertleri ve tüm sıkıntılarının dermanı olma konusunda inandırıcı olmak… [Tekrarlıyoruz:] Güven vermek! Güven vermek! Güven vermek!..
İşte bu…
Bin kez denenmiş, tarihin tüm süreçlerinde sağlaması binlerce kez yapılmış demokratik yöntemlerdir bunlar.
Bu kadar basit.
Eğer iktidara gerçekten gelinmek isteniyorsa, tabii…
Hepsi bu kadar!