Toplumun en masum sözlerinden biri gibi görünür: “Kadın annedir.” Dahası, bu söz sevgiyle, şefkatle, kutsallıkla sarılıp sunulur. Ancak bu yargının içi biraz eşelendiğinde, karşımıza yalnızca bir tanım değil; bir dışlama biçimi çıkar. Tüm kadınlığı doğurganlığa ve anneliğe indirgediğimizde, anne olmayan, olamayan ya da olmak istemeyen kadınları "bilerek ya da bilmeyerek" yaralarız.
“Kadın annedir” sözleri de böyle bir çatlağı taşır. Çünkü bu tanım, “anne olmayan kadını” dışarıda bırakır. İşte burada şu soruyu sormalıyız: Kadın neden annelikle tanımlanmak zorundadır?
Feminist filozof ve yazar Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet’te kadının toplumsal olarak “öteki” olarak tanımlandığını belirtir. Kadın doğuştan değil, sonradan “kadınlaştırılır.” Özellikle annelik, kadına yapıştırılan bir yazgı gibidir; “Kadın doğulmaz; kadın olunur.” der.
Bir başka deyişle, annelik; biyolojik değil, ideolojik bir yapılanma biçimidir. Toplum, kadının değerini çoğunlukla rahmiyle ölçer. Bu anlayış, doğurmayan kadını eksik, yarım, dahası başarısız sayar.
Feminist kuramcı Judith Butler ise toplumsal cinsiyetin sabit olmadığını; sürekli performansla üretildiğini savunur. Annelik de böyle bir performanstır; kutsallaştırılarak sabitleştirilmiş bir “rol.” Butler’a göre:
“Kadınlık, bir rol değil; tekrarlar dizisidir.”
Bu durumda annelik de, kadınlık rolünün “ideal” biçimi olarak dayatılır. Kadın, bu rolü üstlenmediğinde ya da reddettiğinde, kadınlık statüsünden de yoksun bırakılır.
Üstelik annelik söylemi, kadınlar arasında bir ayrıcalık rejimi üretir. Anne olan yüceltilir, olmayan görünmez ve yok sayılır. Böylece kadınlar arasında da hiyerarşik bir katmanlaşma doğar.
Ayrıca bu söylem, erkek egemen düzeni yeniden üretir: Kadın, erkekle evlenmeli, çocuk doğurmalı, annelikle tamamlanmalıdır. Bu, yalnızca bireysel bir yaşam tarzı önerisi değil; aynı anda bir uygarlık kodudur.
Bu bağlamda feminist filozof Luce Irigaray da kadının erkek felsefesi içinde yalnızca “aynı olanın yansıması” olarak kurgulandığını savunur. Kadın, kendi öznesi değil; erkeğin gereksinimlerini tamamlayan bir ayna işlevi görür. Annelik de bu aynalama işlevini taşır: Kadın, başkası için üreten varlık olur; çocuk için, toplum için…
Ve Sessizliğe Gömülen Kadınlar
Bu tanımların dışladıklarına dikkatlice baktığımızda; Kadın = Anne denklemi kurulduğunda, sessizliğe gömülenleri görürüz:
-
Çocuk istemeyen kadınlar
-
Kısırlık yaşayanlar
-
Trans kadınlar
-
Doğumla değil, emekle annelik yapanlar
-
Anne olmuş ama annelikle tanımlanmak istemeyenler
Tüm bu varoluş biçimleri, “kadın annedir” sözlerinin suskun boşluğunda unutulur. Ve bu boşluk yalnızca dilde değil; hukukta, tıpta, medyada ve dinde de kurumsallaşır. Kadın, annelikle özdeşleştirildikçe; başka hiçbir varoluş biçimine alan tanınmaz.
Annelik; bir kadının seçimi, duygusal bağı, yaşam yolu olabilir. Ancak kadınlığın tanımı olmamalıdır. Kadın; doğurmakla değil, düşünmekle, direnmekle, var olmakla tanımlanabilir. Feminist düşünce, anneliği kutsal bir mertebeden indirerek, kadın deneyimlerinin çoğul ve eşdeğer bir biçimi olarak yeniden konumlandırır. Böylece annelik, baskı değil; bir olasılık, bir seçim durumuna gelir.
“Kadın annedir” sözleri; kutsal görünümlü bir zincirdir. Bazı kadınlar için bu zincir bir bilezik gibidir; gururla taşınır. Ama bazıları için bir kelepçedir.
Feminist kuram; anne olmadığı ya da olamadığı için yok sayılanları yeniden konuşma alanına çağırır. Ve biz, belki de ilk kez şu soruyu açıkça sorarız:
“Anne olmayan bir kadın, kadın değil midir?”
Yanıt bellidir:
Elbette ki kadındır.
Ama bu sorunun varlığı bile, anne olamayan ya da olmak istemeyen kadınların yaralandığını gösterir. Bu yaralar, sessizlikten değil; sözcüklerin seçiminden, anlamların dayatılmasından doğar. Ve iyileşmeleri için, önce bu anlamların sorgulanması ve değer yargılarının değişmesi gerekir.