İnsanlık tarihi, savaşların, göçlerin, işgallerin ve aşkların dokuduğu karmaşık bir halıdır. Her bir temas, her bir geçiş; yalnızca coğrafi sınırları değil, bedenleri, dilleri, kültürleri ve duyguları da birbirine karıştırmıştır. Ve bu karışım, sandığımızın tersine bir bozulma değil; çoğunlukla bir güçlenme, bir güzelleşme ve bir varsıllaşmadır. Bunu anlamak için yalnızca tarihe değil, kendimize de bakmamız yeterlidir.
Bugün hiçbir insan, "saf" bir ırkın temsilcisi değildir. Modern genetik bilim, bir yüzyıldır ısrarla söylüyor: İnsan gen havuzu melezdir. Dahası evrimsel biyoloji, melezliğin doğanın bizzat kendi sigortası olduğunu göstermektedir. Melezleşme, hastalıklara karşı direnci artırır; genetik çeşitlilik sayesinde türün yaşam alanına uyum şansı çoğalır. Kısacası, yaşamın sürdürülebilirliği için melezlik kaçınılmaz bir güzelliktir.
Charles Darwin'in evrim kuramı bize yalnızca güçlü olanın değil, uyum sağlayabilenin yaşadığını söyler. Uyum ise çoğunlukla çeşitlilikten doğar. Monokültür; ister tarımda ister genetikte olsun kırılgandır. Buna karşın; melez yapılar daha dirençlidir.
Biyolojik melezlik kadar kültürel melezlik de insanlığın varsıllığıdır. Akdeniz mutfağı, dünya dilleri, ezgiler ve öyküler... Hepsi birbirine karışmıştır. Bu karışım yaşamın dili, kültürün sesi, insanlığın rengidir.
Tarihin en kanlı ideolojileri, "saflık" takıntısından doğmuştur. Nazizm, Apartheid, etnik temizlik projeleri... Oysa doğa farklılığı sever. Saflık değil; karışım kalır.
Sonuç olarak kimlik yapılandırılan bir katılık değil; yaşayan, dönüşen bir akıştır.
Üstelik bilim beyni görür, ırkı değil. Bunu anlamak için de bilimsel araştırmaların yapıldığı laboratuvara girin. Orada çalışan insanların ten renklerine, soyadlarına ya da ana dillerine değil; ekranlarındaki veriye, ellerindeki deney tüplerine, akıllarındaki sorulara bakın. Çünkü bilim, pasaporta değil; potansiyele bakar.
Bugün dünyanın önde gelen araştırma merkezlerinde, değişik uluslardan, değişik ırklardan gelen binlerce bilim insanı bir aradadır. Onları bir araya getiren şey, tenleri değil; zihinleri, kültürleri değil; katkılarıdır.
Beyin göçü, yalnızca daha çok maaş için değil; daha çok olanak, daha az ayrımcılık ve daha çok üretkenlik için yaşanır. Göç eden beyinler, kimlik değil; yetkinlik taşır. Bu yüzden dünyanın en önde gelen saygın kurumlarında çok değişik etnik kökenlerden bilim insanları birlikte çalışır.
Çünkü onlar için ırkçılık bilimsel değil, siyasal bir yalandır. Zekânın ırkla bir ilgisi yoktur. İnsanlar arasında genetik fark, ırklar arasında değil; bireyler arasındadır.
Bilim, farklılıkları değil; üretimi temel alır. Özgeçmişte soy değil, katkı önemlidir.
Çünkü bilim insanı, bir ırkın temsilcisi değil; ortak insanlığın taşıyıcısıdır.
Bilinmelidir ki ırk miti; kurgulanmış bir üstünlük masalıdır, yetkeci ve baskıcı düzenlerin uydurduğu yalanıdır.
Ne acıdır ki insanlık tarihi boyunca IRK olgusu; insanlar arasında üstünlük, ayrıcalık ve dışlama aracı olarak kullanıldı. Oysa bugün genetik bilim, açıkça gösteriyor ki insanlar genetik olarak %99,9 oranında aynıdır.
Irklar arasında değil; bireyler arasında farklılık vardır. Siyah bir birey ile beyaz bir birey arasındaki fark, iki beyaz arasında olabilecek farktan daha az olabilir.
Zekâ, kültür, beceri gibi özellikler genetikten çok çevresel, toplumsal ve tarihsel koşullarla belirlenir. Irkçılığın dayandığı tüm sözde bilimsel kuramlar; örneğin kafatası ölçümleri, IQ testleri, soy ağacı analizleri artık bilimsel olarak geçersiz kabul edilmektedir.
Evrimsel biyoloji, melezliğin ayrıcalıklarını; açık ve kesin biçimde ortaya koyar. Genetik çeşitlilik bağışıklık sistemini güçlendirir, türün yaşam şansını artırır. Buna karşın "saflık" ideolojisi doğaya aykırıdır.
Sonuç olarak IRK bir gerçek değil; bir mit, bir yanılsama, bir kurgudur. Gerçek ise açıktır: Cilt/ten altı incelendiğinde, hepimiz aynıyız. Genetik düzeyde akrabayız. Aklımızı mitlerle değil; gerçeklerle aydınlatalım. IRK üzerinden birbirimizi yaralamayalım.