Bir yerlere, bir şeylere bağlılık, insanın günlük yaşamına enerji pompalayan önemli bir motivasyon kaynağıdır…
Bu duygu, hele hele kurumlaştırılarak, sosyal ve siyasal bir yapılanma düzeyine ulaştırıldığında günlük motivasyonunun çok üzerinde bir etki alanına kavuşuyor…
Birey artık günlük yaşantısı içinde sadece psikolojik olarak motive edilen, destek gören bir “süje” değil, bütünlüğüne katıldığı ve içinde eridiği bir “obje”nin [yani toplumun ya da bir gurubun] parçası haline geliyor…
“Kişi” artık toplum içinde yalnız değildir.
Büyük bütünün [altı çizilen] bir parçasıdır…
Geleceğe doğru yürüyen, amaçları olan toplumsal organizmanın bir [herhangi bir] tuğlasıdır…
O artık, toplumun ya da o gurubun “resmi” değerler bütünlüğünün bir öğesini oluşturmaktadır; bu anlamda “görevli”dir
Kimliği, tabi olduğu disipline sadakati oranında desteklenmekte, “aidiyet” duygusu ile güçlendirilmektedir…
Kabaca kültürel koordinatlarını belirlemeye çalıştığımız bu bağlanma tabanlı “zenginlik”; var oluşunu aklı, yaşam tecrübesi ve iradesi ile yaratma meşgalesine adamış olan yaratıcı insan kişiliğinden önemli farklılıklar göstermektedir.
Birinci insan tipinde, toplumun değerler külliyesini şaşmaz bir rehber olarak yaşamının eksenine yerleştirmiş olan bir kişililik yapılanmasını görüyoruz. Bu kişi için bir değerler sistemine bağlılık, “aidiyet duygusu” içinde erimiş ve kişiliğin en temel unsuru düzeyine dönüşmüştür.
Siz o aidiyet duygusuna sorgulayıcı bir rasyonellikle yaklaştığınız anda, kişiliğin savunma mekanizmaları en üst düzeyde alarma geçer… Ve hele, sorgulamanızın sonucu bir eleştiriye yöneldiğinde olaşacak tepki, her türlü tahminin üzerindedir.
İkinci kişi ise, daha çağdaş ve uygar, ama bunun yanında da, çözümlenmesi gereken bir yığın soru, sorun ve sorunsalın göbeğinde sürekli olarak devinen [zaman zaman huzursuz] bir zihin faaliyeti içindedir…
Ünlü Yunan filozofu Pisagor;
-
İnsanlar, anlam arayan yaratıklardır, diyor… Temel olan anlamdır!.. Anlamlı kılma çabası, Dünya’daki varlığımızın en önemli parçasıdır. O olmadan, ileriye doğru gelişimimizin ana fikri de kaybolacaktır…
Evet… “Anlam,” yaşamın ve ilerlemenin merkezinde yer almaktadır.
Önceden tanımlanmış “anlam”ları sorgusuz-sualsiz bellemek ise, yaşamın gerisine düşmekten başka bir şey değildir.
Dünya’yı ve yaşamı, ezberlenmiş “ön-kabuller” içinden algılamak [ve sorgulamadan kabullenmek] bizi düşünsel ve duygusal bir sığlığa götürür.
Dünya’nın anlamsız karmaşa yoğunluktan oluştuğuna “inanmak” da kişiyi benzer bir duygusal ve zihinsel sağırlığa taşır…
Sözünü ettiğimiz sığlık ve sağırlık ise bizleri, hayatla ilgili tüm “merak”larımızı yitirmeye doğru sürükler…
Oysa, merak etmek, hayattan alınan tadı geliştiren önemli bir öğedir.
Ünlü bir tarihçi bu gerçeği şöyle özetliyor:
-
Merak, gerçek uygarlığın can damarıdır…
Merak etmeyen insan, dogmaların üzerine çıkamaz… Onları sorgulayamaz; var olan [statik] gerçekleri tükenmeyen sorgulamaları ile eskitip, yeni ve daha doyurucu gerçeklere ulaşamaz.
Bir başka deyişle uygar insan, gerçeği merakı ile öğüten ve böylece yarınların aydınlanmasına omuz veren aydın kişidir… Kendisine belletilmiş “doğru”larla yetinip, aidiyet duygusunun içine bir kirpi gibi büzüşerek, hayattan gizlenen bir âdem değil…