Dünlerde adı “marjinal sektör”dü. Kentlerin çeperinde, formel iş piyasasının dışında, el arabasında karpuz satanların, tarlada, evlerde temizlik işlerinde günübirlik çalışan erkeklerin ve kadınların işkoluydu marjinal sektör... Modernlik onları "geçici dışlanmışlar" saymıştı. Bugünse artık kentlerin göbeğinde, cam ofislerin içinde, zoom ekranlarında güvencesizlik giydirilmiş takım elbiseliler var ve o çalışan sınıfın adı; prekarya...
Onlar; hem sistemin içindeler, hem de dışında... Çalışıyorlar ama çalıştıklarına ilişkin güvenceli bir “gelecek” yok. CV’ler oldukça uzun ve gösterişli, ama sosyal güvenlik sıfır. Bir bakıma onlar dijital çağın Hamlet’i gibiler; "Olmak mı olmamak mı ya da freelance sözleşmeyle mi yoksa taşeron şirket üzerinden mi iş yaşamında var olmak?" ikileminde kalmış çalışanlar...
Prekarya, klasik sınıf tanımlarına sığmaz. Marx yaşasaydı, büyük bir olasılıkla; bu güvencesiz yığınlara bakıp "Bunlar neyin proletaryası?" derdi. Ne sendikaları var, ne ortak talepleri, ne de fabrika önünde grev nöbetinde birlikte yaktıkları bir soba...
Amazon depo işçisinden üniversite öğretim görevlisine, sokakta kurye sürücüsünden YouTube içerik üreticisine kadar herkes aynı çemberin içinde; “çalış ama güvenme, üret ama hak etme” kıskacında ya da açmazında... Ki onlar Prekarya diye tanımlanan yeni çalışan sınıf; yeni kuşağın sessiz çığlığı... Ki bu çığlık; işsiz kaldıklarında bazen delivery motorunun vızıltısında, bazen LinkedIn paylaşımlarındaki "harika bir deneyimdi" yalanında gizli...
Bir yanda öğretim üyeleri; belki dört üniversitede sözleşmeli... Ama kadro güvenceleri var mı? Yok. Belki sosyal güvenlik kurumlarında da yeterli gün sayısı için kayıtları yok. Bu koşullarda mezarda emekli olacaklar gibi... Belki de hiç olamayacaklar.
Diğer yanda yemek kuryesi bir genç; günde 12 saat trafikte, kaza riskiyle, sürekli sipariş sesiyle yaşıyor. Kuryeliği geçici sandı, beş yıl oldu. Sürekli "asıl mesleğim bu değil" diyor. Ama kargo kutusuna sıkışan yaşamına başka meslek de sığmıyor.
Neoliberalizm, “esnek” çalışmayı sundu iş yaşamına... Ne hoş! Evde çalışma, kendi çalışma saatlerini dilediğin gibi planlama, özgürlük... Ama gerçekler öyle mi? İş eve girdi, yaşam dışarı çıktı. Tatil bavulunuzda laptop taşıyorsanız, siz de prekaryasınız. Sabahın üçünde uyanıp; dünyanın öbür ucundaki bağlı olduğunuz şirket için çalışmak zorunda kalıyorsanız evet siz gerçek bir prekaryasınız.
Esneklik özgürlük değil; yeni köleliğin parlatılıp, cilalanmış biçimidir. Kendi cebinden internetini, kahveni, sırt ağrını ve tuvalet kağıdını ödüyorsan; sistem seni “girişimci” değil, kendi kendinin işkencecisi olarak tanımlamıştır.
İktisat uzmanı Guy Standing; bu sınıfı anlatan bir kitap yazmış ve orada diyor ki “Prekarya yeni tehlikeli sınıf”... Çünkü güvencesizliğin sistemli biçimi, öfkenin de sistemleşmesine yol açıyor. Prekaryalaşan birey; önce sessizleşiyor, sonra kimliksizleşiyor, en sonunda popülistlere tutunuyor. Çünkü bir umut, bir bağlılık, bir "biz" arıyor. Seçimlerde oy veren o ellerin çoğu; çalışıyor ama çalıştığının karşılığını alamıyor. Hak arıyor ama hangi sınıfa ait olduğunu bile bilmiyor.
Prekaryanın derdi yalnızca ekonomik değil; prekarya sınıf bilincinden yoksun, güvencesiz ve yarı görünür bir yaşama tutsak... Ve gülümseyerek "işimi çok seviyorum" dediğinde inanmıyoruz artık... Çünkü sevdiğin şey seni sömürüyor olabilir. Ne yazık ki günümüzün havalı/kasıntı/pek çok mesleklere üsten bakan bilişim işkolu çalışanları; prekarya tanımının kanlı, canlı, yaşayan örnekleri...