Şiddeti hep kırık kemiklerde, parçalanmış bedenlerde, çığlık atan ağızlarda aradık. Oysa şiddetin en derini, en kalıcısı ve en görünmeyeni; sözde değil, sessizlikte / suskunlukta gizlidir. İşte bu bağlamda gündeme getirmek istediğim bir şiddet türü vardır ki o da sözlerin değil, susturulmuşlukların biçim verdiği bir şiddet türü olan epistemik şiddet...

Epistemik kavramı; bilgiye ilişkin, bilgiyle ilgili anlamını içerir. Epistemik kavramından çıkışla Epistemik şiddet; bireylerin veya toplulukların bilgi üretme, bilgiye erişme ya da bilgiye katkıda bulunma haklarının sistematik biçimde bastırılması, değersizleştirilmesi ya da yok sayılmasıdır.

Bu öyle bir şiddettir ki ne bir cop izi bırakır ne de bir manşete çıkar. Ama bir kadının bilgisini “batıl” sayar, bir köylü kadının tohumla ilgili sözünü “ilkel” diye küçümser, bir yerli halkın suyla kurduğu ilişkiyi “hurafe” deyip siler. Ve bunu öyle sistemli, öyle sessizce yapar ki sonunda insanlar, kendi bildiklerinden bile utanır duruma gelir.

Bilgiyi yalnızca laboratuvarlarda arayan bir çağdayız. Mikroskoptan geçmeyen, indekste taranmayan, akademik jargona bürünmeyen hiçbir bilginin “geçerli” sayılmadığı bir düzen kurduk. Bu düzende bir kadın, sezgileriyle hava durumunu tahmin ettiğinde küçümsenir. Ama aynı tahmini yapan bir algoritma “yapay zekâ harikası” olur.m Epistemik şiddet, tam da bu ayrımın içinde büyür: Kim konuşabilir? Ne bilgi sayılır? Hangi sözler geçerli ya da değerli, hangileri dışlanır? Bunlar yalnızca akademik sorular değil; aynı anda politik, kültürel ve sınıfsal sorulardır. Ve çoğunlukla da cinsiyetlidir ya da cinsiyetçidir.

Tarih boyunca kadınlar talnızca susturulmadı; söylemeleri gereken şeyler unut(tur)uldu. Şifacı kadınların bilgisi cadılıkla eş tutuldu. Ebe kadınların sezgisel doğum deneyimi, tıbbileştirme bahanesiyle dışlandı. Tohum seçen, ürün döngüsünü bilen, suyla konuşan kadının bilgisi “bilim dışı” diye etiketlendi.

Türkiye'de de ne yazık ki Anadolu bilgeliğine dayanan köylü kadınların kuşaktan, kuşağa geçen bilgiye erişimi değil; bilgi üreten kadınların değeri sorgulanıyor. Bir kadın akademisyen kalkıp doğa, döngüsellik, sezgi ve yerli bilgi üzerine konuştuğunda “romantik” damgası yiyor. Oysa betonla ördüğümüz her duvar, asfaltla kapladığımız her toprak, o “romantik” olarak tanımlanan o kadim bilgiyi gömüyor.

Bugün bilgi savaşları bombalarla değil, etiketlerle, atıf endeksleriyle, akademik seçkincilikle yürütülüyor. Ne yazık ki bu savaşta en çok kaybedenler; toprakla konuşanlar, suya kulak verenler, bedenini laboratuvar değil yaşam deneyimiyle tanıyanlar oluyor. Bu savaşta kadınlar yalnızca erkek egemen bilgi sistemine değil; bazen kendi içindeki “bana ait olmayan bilgiye güvenemem” korkusuna da yeniliyor.

Epistemik şiddet, yalnızca birilerinin konuşmasını engellemek değildir. Aynı anda bazılarını konuşamaz duruma getirmek, kendinden kuşku duymak, bilgisini değersizleştirmek, sesini yankısız bırakmaktır ve “Ben ne anlarım ki?” diyen kadınlar, gerçekte epistemik şiddetin sessiz kurbanlarıdır. Oysa kadınların bilgisi; bilimdir. Toprağın hafızası; arşivdir. Sessizlik, yarımlık ya da yetersizlik değil; bastırılmış bir kitaplıktır ve o kitaplığı yeniden açmak bizim sorumluluğumuz.

Şiddetin izi bazen gözle görülmez. Epistemik şiddet; bir kadının sözü değersizleştirildiğinde başlar. Ama onun bilgisine önem ve değer verildiğinde de sona erer. Çünkü bazı bilgiler kitapta değil; ellerde, toprakta, bedende, annelerin anılarında saklıdır ve bu bilgiler, susturulamayacak kadar dirençlidir, üstelik de değerlidir.