Yalnızca yer altı kaynaklarımız değil; ormanlarımız, kıyılarımız, insan gücümüz, Dahası gökyüzümüz bile küresel sömürü zincirine eklemlenmiş durumda. Üstelik bu sömürü artık yalnızca silahla, işgalle, açıkça yürütülmüyor. Çok daha sinsi, çok daha sistematik: Karar mekanizmaları dışarıda; uygulayıcılar içeride...
“Küreselleşme” adı verilen bu yeni düzende sınırlar kaldırılmış değil; sermaye için geçirgenleştirilmiş durumda... Mallar serbest dolaşımda ama insanlar, hele hele haklar ve adalet değil. Ulus-devletleri “eski moda” bulan zihniyet, yerel direnci de “aşırıcılık” sayıyor. Oysa ulus-devlet bugün; küresel çıkar odaklarına karşı son kalan savunma hattıdır.
Bugün "ulusallık" demek neredeyse "terörle özdeş" gösteriliyor. Oysa ulusal egemenlik; halkın kaynakları üzerinde söz hakkı demektir. Ne yazık ki bu söz hakkı, sessizce elimizden alınmaktadır.
İngiltere bir zamanlar Hindistan’da ürettiği afyonu Çin’e satıyor, karşılığında çay alıyor ve savaşta çay içmeden savaşamayan askerini finanse ediyordu. Bugün o savaşların yerini kredi paketleri, gayrimenkul satışları ve turistik işgaller aldı. Didim’deki deniz manzaralı tepeler artık yerli halkın değil; “yabancı yatırımcının” mülküdür.
Bu durum yalnızca ekonomik değil, aynı anda kültürel bir işgaldir. Tabelalarda Türkçe kaybolurken; okulun kantinine ayran- simit yerine "English ve American breakfast" özentiliği yerleşmektedir. Ve geçmişte misyoner okulları nasıl kuşku uyandırıyorsa, bugünkü yatırımlar da benzer bir egemenlik aracıdır. Yalnızca adı değişmiştir.
Yaz aylarında olağan duruma gelen orman yangınları, artık doğal afet olmaktan çıkmıştır. Deniz manzaralı tepelerdeki bu “tesadüfî” yangınlar, bazen plansız yapılaşmaların önünü açmakta, bazen rantın kapılarını aralamaktadır.
Geçen yıl Temmuz ayının ortasında, Aydın Söke’de altı gün süren bir yangın çıktı. Yangının adresi: sanayi bölgesine komşu bir kâğıt fabrikasıydı. Yangının ardından patron konuştu, ama kimseye konuşmadı. Oysa konuşması gerekenler yalnızca zarar kalemleri değil, kamu sağlığıydı.
Aydın ili, yıllardır Türkiye'nin havası en kirli illerinden biri olarak bilinir. Peki bu yangın, aşırı derecede kirli olan havaya ne kadar zarar verdi? Fabrika yetkilileri bir özür diledi mi? Hayır. Çünkü bu ülkede çevresel vicdanın hesabını veren de yok, soran da yok.
Böylesi olaylardan sonra akıllara şu sorular gelir:
-
Bu yangın bir “çıkış stratejisi” miydi?
-
Fabrikanın iflası, borçları ya da işçilerin kıdem tazminatları bu yangınla mı unutuldu?
-
Yoksa bu da “düzenin yangınlarından” biri miydi?
Bugün hâlâ Marmara Bölgesi üretir, diğer bölgeler tüketir. Bölgesel eşitsizlikler, 1950’lerden bu yana süren göçün başlıca nedenidir. Ancak bu göç, yalnızca taşınmayı değil; taşınanla birlikte gelen eşitsizliği de büyütmektedir.
İstanbul’un toprağı altın değil, altın gibi çalınmıştır. Bursa’nın; dünlerde lodosla sürekli temizlenen havası, günümüzde aşırı kentleşme/yapılaşma/
Bu durumu dile getirenler hemen “ayrımcılıkla” suçlanır. Oysa sorun ayrımcılık değil; sürdürülemez bir yük paylaşımıdır. Kentliler üretirken, kırdan gelenler tüketici konumunda kalır. Bu bir suçlama değil; yapısal bir eleştiridir.
Sonuç Yerine: Sözümüzü Sakınmayalım
Türkiye’nin kaynakları yalnızca fiziksel değil, aynı anda duygusaldır da. Halkın öfkesi, çaresizliği, suskunluğu da sömürülüyor. Bir yangın yalnızca ormanı değil; umudu da yakıyor. Bir göç yalnızca adres değiştirmek değil; geleceğin yerinden edilmesidir.
Bu yüzden sözümüzü sakınmadan söylemek gerekir:
“Sömürünün adı turizm, tahakkümün adı yatırım, sessizliğin adı yurtseverlik olmuşsa; en büyük direniş, gerçekleri söylemektir.”
Ve bu gerçekleri söylemek için ne bir örgüte, ne bir partiye, ne bir ekran yüzüne gereksinimimiz var. Yalnızca yakılmamış bir vicdan, satılmamış bir kalem, korkusuz bir yürekten yükselen ses yeterlidir.