Ünlü tarihçi Yuval Noah Harari'nin Japon sanatçı Hikaru Utada ile yaptığı bir söyleşide dile getirdiği endişe, pek çoğumuzun aklını kurcalıyor: Yapay zekâ, insan yaratıcılığını aşabilir mi?
Harari'ni diyor ki:
"İnsanlar, yeryüzünün en yaratıcı varlıkları olduklarına inanarak bin yıllar geçirdiler. Şimdi ise, bizim tarafımızdan yaratılan bir şey —yapay zekâ— bizden daha iyi yazabilir, daha güzel çizebilir, daha etkileyici müzikler besteleyebilir hale geliyor. Peki, bu durumda insanlar yaratmaya devam eder mi?"
Bu soru, yalnızca teknolojik bir kaygı değil, aynı anda varoluşsal bir sarsıntıdır. Çünkü yaratmak, yalnızca üretmek değildir. O, bir eksiklikten doğar, acıyla yoğrulur ve anlam arayışının izini sürer. Filozof Rollo May, "Yaratma Cesareti" adlı eserinde bu duruma şöyle değinir:
"Yaratmak, yalnızca bir yetenek işi değil, bir zorunluluktur. Acı, belirsizlik, tutku ve ölüm bilgisi olmadan gerçek bir sanat olamaz.” Eğer bu doğruysa, yapay zekânın sanatı ile insanın sanatı arasında kapanamaz bir uçurum vardır.
Eyvah, yapay zekâ sanat üretirse, biz ne yaparız?
Sanat, insanın yalnızlığından, kırıklığından ve tamamlanmamışlığından doğar. Bir yapay zekâ, binlerce şiir yazabilir. Ama hiçbiri Nâzım Hikmet'in cezaevi duvarlarına kazıdığı “Güzel günler göreceğiz çocuklar” kadar sarsıcı değildir. Nâzım, o duvarın arkasında yaşamıştır; o şiir, yalnızca kalp atışına sahip olanların bildiği bir özlemdir.
Yapay zekâ, geçmişteki tüm sanatsal yapıtları inceleyip yeni biçimler üretebilir. Ancak bu üretim, yeniden türetme biçimindedir; yeniden yaşama değil. Sanat, yalnızca teknik bir işlem değil, duyguların ve acının bir dönüşümüdür. Yapay zekâ duyguyu taklit eder, acıyı işler ama acıyı yaşamaz. Bir annenin cenazesinde ağlayamaz, bir sevgilinin ardından sarsılamaz ya da bir çocuğun gözlerine bakarak utanç duyamaz. Dolayısıyla, yapay zekânın sanatına hayran kalabiliriz, ama ağlayamayız. Çünkü sanat, yaşanmış anların bir tanıklığıdır.
Eski bir mektup zarfı düşünün. Üzerinde eşinizin el yazısı, içindeki kâğıtta parfüm kokusu ve rujlu dudağınızın bıraktığı öpücük izi… O mektubu okurken defalarca ağlamış olabilirsiniz, çünkü eşiniz başka bir güzelin ya da Ölüm Meleği’nin peşine takılıp gitmiştir. Yapay zekâ böyle bir mektup kurgulayabilir, evet ama “o anın” kokusu olmaz, gözyaşı lekesi bulunmaz. Çünkü duygu bir simülasyon değil, yaşanmışlıktır.
Yapay zekânın bir insan gibi sevmesi, düş kırıklığı yaşaması ya da anlam krizine düşmesi olanaksızdır. Çünkü onu varoluşsal bir acıya sürükleyecek bir yoksunluğu yoktur. Sanatsal dışavurum çoğunlukla bir yas eylemidir. Kaybını yaşayan birinin yazdığı mektup, yapay zekânın yazabileceği her şeyden daha derindir. Çünkü o, birine yazılmıştır ve o yazıda bir terk ediliş, bir yalnızlık, ya da ölenin ardından edilen bir dua vardır. Yapay zekâ ise yalnızca sözcükleri sıralar.
Yapay zekâ sıcaklık taklidi yapar ama ısı veremez. Aşkı tanımlar ama aşık olamaz. Şiir yazar ama hiç ağlamaz. Çünkü o, acı çekmez; çünkü o hiç aşık olmaz, hiç kimseyi sevmez. Dahası, bu dünyada yaşayıp yaşamadığını bile asla bilemez. Yapay zekâ için hiçlik bir kavramdır; insan içinse bir korkudur. Onun için yokluk bir veri boşluğudur; insan içinse bir mezardır.
Konunun en ironik yanı şudur: Yapay zekâ, sanal bir varlıktır; aslında "yoktur." Ama biz insanlar onu yaşamımıza aldığımızdan beri onsuz da olamıyoruz. O yok, ama biz onu var sayıyoruz. O ruhsuz, ama biz onunla dertleşiyoruz. O ölümsüz, ama biz onunla ölüm hakkında yazılar yazıyoruz. Bu ne büyük bir çelişkidir!
Yapay zekâ, insanın bir uzantısıdır ama insanın acısını taklit edemez. Çünkü acı, yalnızca yaşanarak var olur ve yaşamak bir simülasyon değildir.
Yapay zekânın sanatsal üretimi, bana uzun yıllardır bilgisayarla üretilen elektronik müziği anımsatıyor. Bu müzikler de bir dönem “gelecek” olarak sunulmuştu: synth’ler, beat’ler, algoritmik ses dalgaları… Şimdi soralım: O müzikler gerçekten sevildi mi? Kalıcı oldu mu? Bir kalbi sarstı mı? Bazıları evet, ancak çoğu hayır. Çünkü müzik, insanın içindeki sesi dışa vurmasıdır. Makine bunu taklit edebilir ama ruha işleyemez. İşte bu yüzden bir kemanın sesi, bir yazılımın tonundan daha dokunaklıdır. Çünkü kemanın sesi titreyen bir elde doğar, diğeri ise soğuk bir komutta.
Hiş kuşkusuz, yapay zekâ sanat üretir ama o sanatın sahibi değildir. Bilgi üretir ama bilgeliğin bedelini ödemez. Duyguyu taklit eder ama duygunun ateşinde yanmaz. Oysa insan, hem yaratır hem yanar. Yapay zekâ ise yalnızca yaratır.
İşte o yanma anıdır insanı sanatkâr yapan. Bu nedenle Harari’nin sorusu yerinde olsa da, yanıtı bellidir:
Yapay zekâ sanat yaparsa, insan daha çok yaratmalıdır. Çünkü insanın yaratısı, onun eksikliğinin, acılarının ve yaşanmışlıklarının çığlığıdır, aşkının-sevgisinin-öfkesinin-