Tengricilik ve Beton Gökyüzü
Göçebe halkların dini, yalnızca dua ve ritüellerden oluşmuyordu; aynı anda yaşamın bütününe yayılan bir dünya görüşüydü. Tengricilik; göçebelerin göğe bakarken duyduğu hayranlığın, rüzgârla konuşurken hissettiği yakınlığın, toprağa bastığında duyduğu sorumluluğun adıdır. Onlar için gök, yalnızca yukarıda duran bir boşluk değildi; gök canlıydı, ruhluydu, iyilikle kötülüğün, dengeyle dengesizliğin simgesiydi.
Tengricilik, temelde çağdaş insanın en çok gereksinim duyduğu şeyi söylüyordu: doğa ile uyum... Çünkü her dağın bir ruhu, her ırmağın bir nefesi, her ağacın bir canı vardı. İnsan, bu ruhlarla dost oldukça yaşardı. Onlarla kavga etmeyi değil, uyum içinde var olmayı seçti. Şamanın göğe çıkışı ya da yeraltına inişi, yalnızca bir mitolojik anlatı değildi; insanın kendini evrenle dengeleme çabasının simgesiydi.
Bugün biz, bu çabadan çok uzağa düştük. Göğe bakıyoruz ama göremiyoruz. Yıldızların yerini neon ışıkları aldı, Ay’ın yüzünü bile kent ışıklarından ya da göklerdeki yapay uydulardan dolayı seçemez olduk. Beton kuleler yükseldikçe gökyüzümüz daralıyor; reklam panoları, göğe uzanan çağdaş ikonalar gibi gözlerimizin önünü kapatıyor. Göçebe için gökyüzü bir yol haritasıydı; bizim içinse artık yalnızca kirliliği ölçen bir istatistik.
Nehirlerimiz… Geçmişte suyun sesi bir dua gibiydi; şimdi borulara hapsedilmiş, kanallara sıkıştırılmış, sanayi atıklarıyla boğulmuş durumda. Dağlarımız… Göçebe için kutsaldı, ruhların mekânıydı; bugün maden şirketlerinin dozerleriyle lime lime ediliyor. Ormanlarımız… Her ağaç bir varlık, bir canlıydı; bugün kâğıt fabrikalarının ve beton projelerinin hammaddesii...
Biz doğaya egemen oldukça, gerçekte kendimizi baskı altına aldık. Göçebe için özgürlük, göğün altında ve doğanın içinde olmaktı; bizim için özgürlük, alışveriş merkezlerinde tüketim seçeneklerinin çeşitliliğine ve çokluğuna indirgenmiş durumda... Tengricilik, insana doğanın efendisi olmadığını öğretti. Ama çağdaş insan inatla, hırsla, doyumsuzlukla; efendi olmaya, fethetmeye, ele geçirmeye çalışıyor. Ne yazık ki her zaferin ardından biraz daha yeniliyor.
Kentlerimizdeki ruh hâline bakın; ne görüyorsunuz? Öfke, yalnızlık, güvensizlik… İnsanların birbirine yabancılaşması, doğaya yabancılaşmasıyla aynı anda gelişti. Göçebe toplumda göğe bakmak bir yön bulma biçimiydi; biz göğe bakmayı unuttuk, yönümüzü kaybettik. Çocuklarımız yıldızlarla değil, ekran ışıklarıyla büyüyor. Ruhumuz daralıyor çünkü gökyüzüyle bağımız kesildi.
Belki de bu yüzden bugün insanlar yoga stüdyolarına, meditasyon atölyelerine, nefes terapilerine koşuyor. Çünkü farkında olmasalar da kaybettikleri şey gökyüzüyle kurdukları bağ... Göçebe, nefesini rüzgârla uyumlu duruma getirirdi; oysa biz nefesimizi bile yapay tekniklerle düzeltmeye çalışıyoruz.
Tengriciliğin sesi bin yıl öteden hâlâ bize sesleniyor: Doğa senin malın değil, sen de doğanın efendisi değilsin! Gök ile yer arasında kurulan denge, yalnızca ekosistemi değil, toplumun düzenini de korur. O denge bozulduğunda, yalnızca ağaçlar değil; ahlak, güven, dostluk da kurur.
Şimdi bir düşünelim: Göğe bakmadan, yıldızlarla konuşmadan, rüzgârı dost bilmeden, gerçekten yaşayabilir miyiz?
Göçebe için Tanrı gökteydi. Bizim göklerimiz ise beton blokların arasında kayboldu. Göğe dokunmaya çalışırken ruhumuzu yerin altına gömdük.
Ve belki de en acı gerçek şu: Gökyüzünü kaybettiğimiz gün, kendimizi de kaybettik.