Bektaşi Sofrasında Doğa ve Direniş

Bir Bektaşi sofrasını gözünüzün önüne getirin. Ortada basit bir sofra bezi, üzerinde birkaç tabak yemek; ama o yemek yalnızca karnı doyurmaz, ruhu da besler. Kadın–erkek yan yana oturur, yaşlı–genç aynı halkanın parçasıdır. Herkes eşittir; lokmalar paylaşılır, nefesler söylenir. Bu sofrada doğa da vardır; suyun berraklığı, toprağın bereketi, üzümün sabrı, ekmeğin emeği… Hepsi kutsal bir döngünün, insanla doğayı birbirine bağlayan görünmez zincirin parçalarıdır.

Bektaşi geleneği, Osmanlı’nın merkezi otoritesine karşı halkın diliyle, türküsüyle, şiiriyle direndi. Sarayın ihtişamlı sofralarına karşı köy meydanında, tekkelerde kurulan alçakgönüllü sofrayı savundu. Onlar için dogma değil, insan ve doğa esastı. “Taş da Hak’tır, ağaç da Hak’tır” sözü, yalnızca mistik bir öğreti değildi; doğaya saygıyı, insanı merkeze alan bir ekolojik etik bildirgesiydi. Bu söz, çağdaş kentleşmenin unuttuğu bir gerçeği yüzyıllar öncesinden fısıldıyordu: Doğayı yok saydığında, insanı da yok sayarsın.

Bugün kentlerimize baktığımızda, bu sofra düzeninden tek bir iz kalmadığını görüyoruz. Sofralarımız kalabalık ama yalnızız; tabaklarımız dolu ama ruhumuz aç. Eşitlik ve paylaşım yerini rekabet ve tüketim hırsına bıraktı. Komşularımızı tanımıyoruz, sofralarımızı paylaşmıyoruz. Doğayı da aynı açgözlülükle, doyumsuzlukla tüketiyoruz: ormanlarımızı kesiyor, sularımızı kirletiyor, toprağımızı betonla kaplıyoruz. Kısacası birbirimizi tükettiğimiz gibi doğayı da tüketiyoruz.

Bektaşi sofrası bize şunu anımsatıyor: Doğayla barışmadan insanla da barışamayız. Çünkü doğa ile insan arasındaki bağ koptuğunda, toplumun vicdanı da kurur. Bektaşilik’te cem ayini yalnızca dinsel bir ritüel değil, aynı anda toplumsal eşitliğin ve dayanışmanın sahnesidir. Orada kadın ve erkek yan yana oturur, hiçbir cinsiyet ya da statü ayrımı gözetilmez. Bu anlayış, çağdaş dünyada henüz tam anlamıyla ulaşamadığımız bir eşitlik ideali/ülküsü değil midir?

Bugünün kentlerinde ise sofra, paylaşımın değil tüketimin göstergesine dönüştü. Tek kullanımlık tabaklarda, hızlı tüketilen yemeklerde, doğadan kopuk üretim zincirlerinde kaybolduk. Sofra kültürü yerine “fast food” kültürü geldi. Ve biz ayırdında olmadan yalnızca yeme alışkanlığımızı değil, toplumsal bağlarımızı da kaybettik.

Bektaşi öğretisi bize başka bir şey daha söylüyor: Direniş yalnızca siyasal değildir. Direniş, ekolojik ve manevi bir duruştur. Bir ağacı kesmemek, bir su kaynağını kirletmemek, komşusuyla lokmasını paylaşmak da direniştir. O direniş, iktidarlara karşı olduğu kadar bireyin kendi içindeki hırs ve açgözlülüğe karşı da verilmiş bir savaşımdır.

Bugün iktidar saraylarının görkemine karşı yalın/doğal bir Bektaşi sofrası kurabilmek, tüketim kültürünün dayatmalarına karşı azla yetinilen bir yaşamı seçebilmek, gerçekte en köktenci siyasal duruştur. Çünkü bu seçim, hem ekolojik bir sorumluluğu hem de insana özgü bir erdemi içinde barındırır.

Sonuçta konu şudur: Bektaşi sofrasında toplanan insanlar, yalnızca yemek yemiyor; aynı anda dünyaya nasıl bakılması gerektiğini de öğreniyorlardı. Sofrada eşitlik vardı, doğaya saygı vardı, paylaşım vardı. Bizim sofralarımızda ise artık yalnızca tüketim var.

Belki de bu yüzden bugünün dünyasında en çok gereksinimimiz olan şey, yeniden bir Bektaşi sofrasına oturmaktır. Çünkü o sofrada doğa, insan ve Hak aynı döngünün parçasıdır. Ve orada öğretilen en temel gerçek şudur:

Doğa ile barışmayan insan, insanla da barışamaz.