Bir genç kadın çıktı ve “Oyunculuk kutsal bir meslek değildir” dedi.
Kıyamet koptu.
Oysa o yalnızca bir kaç söz söyledi; ama belli ki bazı meslekler söz söyleyeni değil, susanı sever.
Adorno mezarından kalkıp bugünün televizyonlarını açsaydı, eminim ki önce kumandayı kapatır, sonra da şu açıklamayı yapardı:
“Sanatın ölümü değil, reenkarnasyonudur bu; üstelik reklam arasında!”
Kültür endüstrisi tam da bunu yapar; eleştiriyi şova, özgünlüğü formüle, sanatçıyı ürüne dönüştürür.
Bugün dizilerde oynayan nice “sanatçı”, gerçekte birer “gösteri nesnesi”dir.
Kendisinin ‘yaratıcı’ olduğu kanısındadır ama her eylemi ve söylemi; senaryo algoritması tarafından çoktan belirlenmiştir.
Tepki süresi üç saniye, ağlama süresi beş saniye, reyting süresi otuz saniyedir.
“Kutsal meslek” söylemi kulağa hoş gelir; tıpkı “doğal güzellik”, “gerçek aşk” ya da “organik sosyete” gibi...
Bunların her birisinin içi boş, ama günümüz koşullarında iyi satıyor.
Çünkü günümüzde Kutsallık; etik değil, estetik bir makyaj malzemesi...
Herkes kendini “dokunulmaz” olarak duyumsamak istiyor, çünkü onlara dokunuldukça plastik yüzler çatlıyor.
Dilan Çiçek Deniz’in çıkışı gerçekte bir tür aydınlanma anıydı.
Sanatın büyüsünün yerini “marka işbirliği”nin aldığı bir çağda, “kutsal değiliz” demek, neredeyse politik bir söyleme dönüşüyor. Ama bu ülkede “yalın bir doğruyu” söylemek, çoğunlukla “kutsal yalanlara” dokunmak anlamına gelir.
Adorno’ya göre kültür endüstrisi, insanları düşünmekten çok, tüketmeye yönlendirir.
Sanat artık sorgulatmaz; oyalar.
Bu nedenle televizyonu açtığınızda her dizinin birbirine benzemesi rastlantı değildir:
Aynı villalar, aynı yüz hatları, aynı acılar, aynı “final sezonları”…
Sonsuz bir tekrar, sahte bir yenilik duygusuyla sunulur.
İzleyici, “başka bir öyküymüş gibi aynı öyküyü/senaryoyu” izlemeye programlanmıştır.
Ve oyuncular da bu düzenin içinde duygusal robotlar durumuna gelir.
Kutsallık tartışmaları bağlamında Burak Sergen’in “Ben doktorun işini yaparım ama o oyunculuk yapamaz” sözü de işte bu işleyişin yansımasıdır:
Gerçek ile temsilin, eylem ile performansın karıştırılması...
Hekimin işi yaşam kurtarmaktır; oyuncununki “yaşarmış gibi yapmak.”
Ama kültür endüstrisinde bu ikisi birbirine karışmıştır:
Artık yaşamı yaşamak yerine, yaşar gibi görünmek geçer akçedir.
Bugünün oyuncusu, sahnede değil; ekranda/yansıda oynar.
Ve yansı; günümüzde tiyatro değil, beyaz camdan bir aynadır.
Kendine hayran, izleyicisine borçlu, algoritmaya bağımlı bir ayna...
O aynada herkes biraz rol keser, kimse tam olarak kendisi değildir.
Sosyal medyada “sahici” gözükmek için bile ışık ayarına gereksinim duyulan bir dönemde,
oyunculuğun kutsal olması değil, doğal kalabilmesi olağanüstüdür.
Adorno, bu oyunculara bakıp büyük olasılıkla şöyle derdi:
“Sanat, sistemin içinde ya satılır ya da sansürlenir.”
Bugün çoğu oyuncu, hem satılıyor hem de kendi içini sansürlüyor.
Çünkü gerçeği oynamak yüreklilik ister.
Belki de Dilan Çiçek Deniz’in sözü, düzenin sahnesine atılmış küçük bir mayındı.
“Biz kutsal değiliz” demek, gerçekte “biz de satılıyoruz” demektir, ama neler olduğunun ayırdında olarak.
Ve belki de gerçek sanat, tam burada başlar:
Kendini tanrısallaştırmayan, “oyunculuğun” değil, oynatılmanın ayırdına varan bir bilinçte...
Çünkü bu çağda en iyi oyuncu, rolünü değil, rolünün sistemdeki yerini sorgulayan kişidir.
Bir kez daha Burak Sergen'e dönersek;
Dilan Çiçek Deniz’in "oyunculuk kutsal değildir" sözünden öylesine incinmiş olmalı ki, oldukça tepkili bir biçimde şu sözleri söyledi:
“Ben doktorun işini yaparım ama o oyunculuk yapamaz.”
Buyurun size tam da Adorno’nun tanımladığı sistem içi kibir performansı.
Gerçek doktor, yıllarca tıp okuyarak bir insanın beynine müdahale eder.
Oyuncu ise, hekimin kravatını takıp, replikle müdahale eder gibi yapar.
Bu ikisini karıştırmak, gerçeklikle temsil arasındaki ayrımı yitirmek değil midir?
Gerçekte Sergen, burada doktoru değil, oyunculuğu yüceltme takıntısıyla kendi mesleğine zarar veriyor.
Çünkü bir meslek, ne kadar çok kutsallık savıyla kuşatılırsa, o kadar az sorgulanır.
Ve sorgulanmayan her alan, ister tıp olsun ister tiyatro; giderek dogmaya dönüşür, gelişme göstermez, sıradanlaşır, son aşamada da saygınlığını yitirir.
--------
Dipnot: Adorno Kimdir?
Theodor W. Adorno (1903–1969), Frankfurt Okulu’nun önde gelen filozof, sosyolog ve müzik kuramcılarından biridir. “Kültür endüstrisi” kavramını Max Horkheimer ile birlikte geliştirerek, modern toplumda sanatın nasıl ticarileşip sistemin bir denetim aracına dönüştüğünü incelemiştir.
Eleştirel kuramın kurucularındandır. Ona göre kitle kültürü, bireyi düşünmekten alıkoyan, haz odaklı ve manipülatif bir araçtır.
Sanatın temel işlevi ise sistemin çelişkilerini görünür kılmak ve bireyi özgürleştirmektir.