Bazı kavramlar vardır ki, duyduğunuzda irkilmenize, "hayırdır, neler oluyor?" demenize neden oluşturur. İşte "Reform" da o kavramlardan biridir. Hele bir de bu reform "yerel yönetimler" gibi toplumun sinir uçlarına dokunan bir alanda yapılıyorsa, daha da ilginizi çeker, merakınızı uyandırır. Çünkü bu ülkede reform, çoğunlukla bir şeyi güçlendirmek değil, başkalaştırmak için kullanılmıştır.
Bugün Türkiye’de “yerel yönetim reformu” adı altında gündeme getirilen düzenlemelere bakınca, tam da böyle bir başkalaşma niyetiyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Söz konusu olan, sıradan bir kamu hizmeti iyileştirmesi değil; siyasal alanın yeniden tasarımıdır. Bu tasarımda, seçimle kazanılamayan yerlerin yasal düzenlemelerle işlevsizleştirilmesi, yerelin sesi yerine merkezî bürokrasinin tek sesli marşına kulak verilmesi öngörülüyor.
Fransız düşünür Michel Foucault der ki: “Devlet yalnızca emir veren bir makine değildir; aynı anda bir norm koyucudur.” Bizim yaşadığımız reform süreci, işte bu görünmez normların yeniden oluşturulmasıdır. Temsil; yerini atamaya, katılım; yerini sadakate, yerelin iradesi; yerini merkezin iznine bırakıyor. Kent artık halkın değil; merkezin aynasından biçimleniyor.
Peki, nedir kent? Yalnızca asfalt döken, çöp toplayan bir aygıt mıdır? Hayır. Kent; sınıfsal gerilimlerin, kültürel çatışmaların, eşitsizliklerin ve umutların iç içe geçtiği bir toplumsal yüzleşme alanıdır. Yerel Yönetim de, bu yüzleşmenin kurumsal karşılığıdır. Eğer siz bu alanı merkezin vesayetine teslim ederseniz, yalnızca hizmeti değil; bir toplumun kendisiyle konuşma hakkını da elinden almış olursunuz.
Bugün önerilen reform, belediye başkanlarının yetkisini törpülemekten öte bir anlama sahiptir: Kamusal aklı merkezin bürokratik gölgesiyle kuşatma çabasıdır. Unutulmamalıdır ki İtalyan düşünür Gramsci’nin dediği gibi, egemenlik zorla değil, rıza ile kurulur. Ne yazık ki gündeme düşen "reform" girişimleri sonucunda bu rıza, artık sandıkla değil; atanmışların meşruiyetine emanet edilmek isteniyor.
Sözde "mali disiplin" ile belediyelerin kaynak yaratma ve harcama kapasiteleri sınırlandırılıyor. Bu, yalnızca ekonomik değil; simgesel bir kısıtlamadır. Çünkü bütçe, bir belediyenin iradesinin sayısallaşmış biçimidir. Kaynağa hükmeden, iradeye de hükmeder.
Hukuk devletiyle yönetim devleti arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor. Hukuk devleti, yurttaşı önceleyen bir yapıdır; yönetim devleti ise iktidarı koruyan bir kılıftır. Bugün Türkiye’de ikincisi oluşturulmak isteniyor. Seçilmişi değil atanmışı, özerkliği değil bağlılığı, katılımı değil itaati ödüllendiren bir düzen doğuyor.
Oysa gerçek bir reform, şu ilkelere dayanmalıdır:
Seçilmişin üstünlüğü anayasal güvenceye alınmalı,
Yerel mali özerklik genişletilmeli,
Katılımcı yapılar kurumsallaştırılmalı,
Reformlar seçim tepkisi değil, yapısal gereksinim temelli olmalı,
Uluslararası demokratik normlara uyum şeffaf/saydam/görünür biçimde sağlanmalı.
En önemlisi: Yerelin sesi duyulmalıdır.
Çünkü susturulan yerel, unutturulan yurttaş demektir.
Taşrada bastırılan ses, merkeze varamadan boğulur.
Demokrasi, yalnızca Ankara’da değil; köyde, mahallede, sokakta başlar.
Bu nedenle sorun, yalnızca yerel yönetimlerin "yönetsel" geleceği değil; Türkiye’nin demokratik vicdanının geleceğidir.
Ne yazık ki o vicdan, bugün merkezîyetçiliğin kıyısında, sessizliğe tutsak edilmek isteniyor.