Kentdaşım, Bursalı yazar Pınar Kür artık aramızda değil.
Ama ne yazık ki bugün inatla aramızda olan, onun savaştığı şeyler; kadının sesi bastırıldığında yükselen ikiyüzlü ahlak naraları, edebiyatı sansürle terbiye etmeye çalışan yargı mekanizmaları ve “ahlakı” yalnızca kadın bedeni üzerinden tanımlayan, konumlandıran ataerkil bir düzen...
Kür’ün Asılacak Kadın romanı yalnızca bir edebiyat metni değil, aynı anda bir mahkeme salonunda sınanmış bir vicdandır. Kür'ün; 1986’da verdiği o savunma, bugün bile “bir yazar ne için yargılanır?” sorusunu değil, “bir toplum neyi duymak istemez?” sorusunu canlı tutuyor. Çünkü Kür, o dönemin yargıçlarına karşı değil; “kutsal aile”, “Türk kadının iffeti”, “namus” gibi kalıplara karşı yazdı.
Ve biz biliyoruz ki, bu kalıpların içinde asılmak istenen şey yalnızca romanın kahramanı Melek değil, kadının sesiydi.
Kür’ün savunması, belki bir ceza davasında verilmişti ama etkisi bir tür edebi manifestoya dönüştü. Değerli yazarımız sözleriyle adeta haykırdı:
“Kadın susarsa kurtulur. Kadın konuşursa asılır.”
Bu sözler, yalnızca Melek karakterinin değil; Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ündeki Dirmit’in, İnci Aral’ın Ölü Erkek Kuşlar’ındaki Lale’nin, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi’ndeki kadın karakterlerin de ortak öyküsüydü.
Bir başka anlatımla; Pınar Kür’ün "Asılacak Kadın" adlı romanıyla ilgili yargılandığı o günlerde, gerçekte bütün kadın yazarlar bir biçimde yargılanmaktaydı.
Yalnızca mahkeme salonlarında değil; kitap fuarlarında, gazetelerin köşe yazılarında, edebiyat eleştirilerinde, 'ahlak zabıtası' rolüne soyunmuş erkekler tarafından yargılanmaktaydı.
Bir ülkenin edebiyatı, mahkeme salonlarına düşüyorsa bu, yalnızca yazarın değil toplumun da savunmasız kaldığı andır.
Pınar Kür, edebiyatı savunurken, aslında kendi bedenini siper etti.
Çünkü Asılacak Kadın, o dönemin muhafazakâr histerisini altüst eden bir anlatıydı:
– Kadın bir cinsel şiddet mağduruydu ama mağdur olmasına karşın “suçlu” ilan edildi.
– Katil erkekti ama kadın öldürülmeliydi.
– Sessizlik bir erdemdi, konuşmak bir suç.
Bugün bile adliyelerde aynı bakış açılarıyla verilen kararlar varsa, bu yalnızca bir hukuksal gerilik değil, Pınar Kür'ün anlatısının neden zamansız olduğunu da gösterir.
Pınar Kür’ün açtığı bu mücadele hattı, yalnızca onun kalemiyle sınırlı kalmadı.
İnci Aral, kendi romanlarında “duygularla boğuşan ama toplumun onlardan ne beklediğini bilen kadınların trajedisini” yazarken, aslında Melek’in farklı yüzlerini resmetti.
Latife Tekin’in Dirmit’i, suskunluğu ve sözcüklerle verdiği içsel direnişiyle Melek’in sessiz çığlığına kardeşlik etti.
Adalet Ağaoğlu ise kadınların görünmeyen iç isyanlarını “makbul vatandaşlık” kalıpları içinde nasıl boğulduklarını gösterdi.
Bu kadınlar birbirlerinden beslenen ama birbirlerinin yerine geçmeyen bir edebi dayanışma hattı ördüler.
Pınar Kür’ün davası, bu hattın simgesel ve siyasal başlangıç noktalarından biri oldu.
Kadınların yazdıkları, söyledikleri, giydikleri, güldükleri, boşandıkları, evlenmeyi reddettikleri her yerde birileri onları “asmak” istiyor.
– Mahalle baskısı formunda,
– Meclis konuşmalarında “edebe davet” kılığında,
– Sosyal medyada linç kampanyalarıyla,
– Hâlâ bazı kitapların yasaklandığı listelerde.
Bu yüzden Pınar Kür’ün mirası yalnızca bir kitap, bir dava ya da onun sözleri değil; bir hatırlatmadır. Çünkü kadın yazarsa yargılanır. Çünkü kadın susarsa unutulur. Çünkü kadın konuşursa değiştirebilir.
Pınar Kür öldü. Ama “kadın edebiyatı” yaşayan bir isyandır.
Bu topraklarda hiçbir kadın yazar yazarken yalnız olmadıysa, o yalnızlığa ses veren biri vardı; Pınar Kür.
Onun adına artık daha çok okumalı, daha çok yazmalı, daha çok susmamalı kadınlar... Çünkü birileri ısrarla Melek ve benzerlerini asmak istiyorlar ama bilmiyorlar ki kadınlar artık Melek'ler asılmasın diye yüksek sesle konuşmayı öğrendiler, Melek ve benzerleri asılmasın diye kadınlar daha çok dayanışma içinde olmaya karar verdiler.