Bu soruyu artık sormaz olduk. Çünkü yanıt çoktan verilmiş gibi... Çünkü bir kadının varlığı önce babasının, sonra kocasının, sonra devletin, sonra reklamcının, dijital çağda da algoritmanın denetimi/gözetimi altında... Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca kadın bedeni için hiçbir dönemde “bedeni; yalnızca kadınındır” denmedi; her çağda, her düzende, onun üzerinden bir sözleşme yapıldı. Sessiz, kanla değil ama kanunla/yasayla yapılan bir sözleşme: işlevsel kadınlık.

Kraliçelerden roman karakterlerine, Doğu'daki “kuma”dan Batı’daki “prenses”e kadar uzanan bu sözleşme, kadını hep bir işleve indirgedi; doğuracak, aileyi temsil edecek, aklını saklayacak ve sözünü susacak... Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü romanındaki “Offred”e biçilen görev neyse; Prenses Diana’ya, Anne Boleyn’e ve nice kadına da tarihte biçilen rol ondan farklı değil ne yazık ki...

Beden, rejimin hizmetinde...

Doğurganlık, soyun bekasında...

Suskunluk ise iktidarın güvenliğinde...

Bu işlevsellik öyle sinsidir, öyle düzenlidir ki kadın bazen kendi bedenine bile yabancılaşır. Çünkü bedenine çizilen rol, onun iradesinden önce gelir. Düşünür Foucault’nun dediği gibi, iktidar artık bizi zorla değil; kendi bedenimizi nasıl kullanacağımızı tarif ederek yönetiyor. Kadının saçı ne kadar açık ya da kapalıysa, karnı ne kadar doğurgansa, sesi ne kadar az çıkıyorsa, düzen/yöneten/egemen o kadar rahat ediyor.

Peki ya kadınlar? Kadınlar bu sözleşmeye ne zaman dur diyecekler?

Bazen bir televizyon dizisinde, bazen bir mahkeme kararında, bazen annemizin suskunluğunda, bazen kızlarımızın gözyaşlarında yeniden karşılaşırız o sözleşmeyle... Kadınlık sürekli işlevsel bir tasnif olarak karşımıza çıkar: “makbul kadın”, “itaatkâr eş”, “doğurgan anne”, “temsilî prenses”… Gerçek kadınlar ise hep bu kategorilerin dışına sızanlar olur. Onlara yer yoktur yaşamda ki onlara ya deli denir ya fahişe, ya cadı denir ya da hain...

Bunca değişen, dönüşen, sözüm ona gelişen dünyada; ne acıdır ki damızlık kızlar günümüzde de aramızda... Kuma olarak, vitrin kadını olarak, seçim propagandasında “anneler baş tacımız” diye anılan ama adları asla anılmayan kadınlar olarak...

Artık bu sözleşmenin yırtılıp atılma günüdür. Kadın bedeni, beden olarak kalabilmeli... Kadın sesi, başkasının adına değil, kendi adına konuşabilmeli... Kadın varlığı, doğurmadan da kusursuz; susmadan da saygın olabilmelidir.

Her kadının adı Offred değil, ama her kadının öyküsü bir gün Damızlık Kızın Öyküsüne dönüşebilir. Her kadın yalnızca bir kuluçka makinası gibi kullanılıp, işlevi sona erince bir köşeye atılabilir. Bu nedenle; kadınlar artık ses vermelidir. Kadının yerine başkaları değil; yalnızca kadın, kendisi konuşmalıdır. Yaşam öykülerini de, yazgılarını da kadınlar kendi bilinçleriyle/akıllarıyla/elleriyle kendileri yazmalıdır.

Herkes distopik roman diye George Orwell'ın 1984 romanını okuyor. Oysa her kadın; öncelikle Margaret Atwood'un DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ romanını okumalıdır, distopik bir yaşamsal kurguya tutsak ya da kurban olmamak için...


Bir açıklama:

Margaret Atwood’un 1985 yılında yayımladığı The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü), totaliter bir rejimde doğurgan kadınların devlet tarafından "damızlık" olarak kullanıldığı bir distopyayı anlatır. Roman, yalnızca kurgu değil; kadın bedeni üzerindeki denetimin tarihsel, siyasal ve kültürel biçimlerini eleştiren bir yapıttır. 2017 yılında diziye de uyarlanan eser, günümüzde feminist distopya edebiyatının en güçlü örneklerinden biri sayılmaktadır.