Felsefenin sorguladığı alanlardan birisi de siyasettir…

Siyaset toplumlar için yaşamsal bir öneme sahiptir. Siyasetin sözlük anlamı: Devlet işlerini düzenleme ve yürütmeye yönelik bir etkinliktir. Siyaset bilimi ile siyaset felsefesinin ilişkisi nasıldır. Siyaset bilimi mevcut olgularla ve süreçlerle ilgilenirken; siyaset felsefesi olanları eleştirir ve sorgular. Siyaset Felsefesi, olması gerekenleri ortaya koyar ve siyaset bilimine de yol gösterir…

Siyasetin olabilmesi için insanların, toplumların ve devletlerin olması gerekiyor. Felsefe sorgulamaya; Devlet ne için vardır diye başlar. Bu bağlamda siyaset felsefesi etiğin ilkeleriyle de sıkı bir ilişki içinde olur. Devleti temel bir kavram olarak ele alırken özgürlük, egemenlik, mülkiyet, hak, adalet gibi kavramlarını da devlete bağlı olarak sorgular…

     Devlet gerekli midir? Devletsiz toplumlar var mıdır?  Tarihsel süreçlere baktığımız zaman bir devlet tarafından kontrol edilmeyen toplumların varlığından da söz edilebiliyor…

Devletin varlığını, varlık nedenini felsefeciler hep sorgulamışlar, sorgulamaya da devam ediyorlar… İnsanlık tarihinde devletin ilk kez ortaya çıktığı anı- zamanı- bilemeyeceğimiz veya saptayamayacağımız da ortada gibidir… Felsefecilerin de; insanoğlunun doğa durumundan, bir toplum sözleşmesiyle “Devlet” kurmaya yöneldikleri yönünde önemli bir varsayımları vardır.  T. Hobbes, J. Locke, J.J Rousseau bu kuramın-varsayımın- savunucuları olmuşlardır…

T.Hobbes(1588–1679),  doğa durumunu şöyle açıklar: “Her insanın doğadan aldığı hakla her şey üzerinde bir hakkı vardır. Doğa durumu, hiçbir üst yetkenin ve doğa yasalarının dışında bir yasanın bulunmadığı, mutlak özgürlüğün ve mutlak eşitliğin geçerli olduğu bir savaş durumudur”... Kısacası herkesin her şeyde hakkının olduğu bir durumdur…

İnsanlar doğa durumundayken ve T. Hobbes’in deyişiyle herkesin herkese karşı savaşı varken… Düşünmüşler, taşınmışlar, bu savaş halinin böyle devam etmemesini istemişler…

Sonra ne mi yapmışlar… “Barışa kavuşmak için barışı ara demişler”… Toplumsal bir düzene geçmek için, kendi aralarında bir toplum sözleşmesi yapmışlar… Bu sözleşmeyle de “Devlet” kurmanın temelini atmışlar… Bir varlık olarak devlete de demişler ki: Bak, “kendi aramızdaki savaşlardan-doğa durumundan- vazgeçiyoruz, bizi barış, kardeşlik, dostluk içinde eşit hak, özgürlük ve adalet içinde yönet” demişler… Devlet de: Tamam kendi iradenizle verdiğiniz bu yetkiyle, sizleri birbirinizle savaş durumundan kurtaracağım, güvenliğinizi sağlayacağım, koyduğum yasalarla hepinize eşit ve adaletli davranacağım. Yasalarımı, sizin bana verdiğiniz yetkiyle yapacağım ve herkese eşit uygulayacağım… Yasalara uymayanları da cezalandıracağım demiş…

Ne yazık ki toplum sözleşmesiyle yönetimi ele geçiren devlet, tarihsel süreçler içinde sözünde durmamış, despotlaşmış, krallaşmış, tanrılaşmış, sultanlaşmış, padişahlaşmış ve insanların canına okur olmuş… İlkçağlarda Atina bir şehir devleti olarak, kadınların, çocukların, kölelerin katılmadığı doğrudan demokrasiyi denemiştir. Saydığımız kesimler dışındakiler siyasi kararlara doğrudan katılabiliyorlarmış… Ortaçağla birlikte, Tanrı Devletleri dönemi başlıyor… Devlet yönetimi Gökyüzü Devleti ve Yeryüzü Devleti diye ikiye ayrılmış… Ortaçağ’da devletin görevi, Yeryüzü Devletini, Gökyüzü Devletine yani Tanrı Devletine göre düzenlemek olmuş… Bu döneme, Kilise Babalarının hükümran olduğu dönem de deniliyor… İnsanoğlu’na burada da kazık atılmış… Ortaçağ insanlığın en acılı, en karanlık dönemleri olmuş…(Şimdi bizim içinde bulunduğumuz ortamı iyi değerlendirirseniz Ortaçağ’ın Tanrı devletine nasıl benzediğimizi – benzetilmeye çalışıldığımızı- rahatlıkla görebilirsiniz. Kilise Babalarının yerini de bugünün fetvacılarının aldığını görüyoruz)

      Felsefe sorgularken günümüzün siyasetçileri de bu tür sorgulamalara hep karşı olagelmişlerdir. Bu yüzden diktatörler, tek adamlar, oligarşiler, despotlar, krallar, padişahlar felsefeye iyi gözle bakmazlar ve gelişmesini de istemezler… Ülkemizde de bir felsefesizlik var. Felsefesizliğin felsefe olduğu bir anlayış var…

     Devlet, insanların mutluluğu için vardır. Mutluluğun yolu da özgür düşünmeden, eşit haklara sahip vatandaş olmaktan, kendini güvende hissetmekten, kendini geliştirecek olanaklara sahip olmaktan geçer…

İnsanoğlu, kendisinin korunması, yüceltilmesi, aç açık bırakılmaması, bu dünyada onurlu bir şekilde yaşaması, üretmesi, eğlenmesi, bilime sanata yönelmesi için devlete verdiği yetkinin karşılığını istemekte elbette haklıdır… Devletler, verilen bu yetkinin neresindedir…

     Önümüzde bir seçim var. Devletin bizi insanca yaşatması için ona siyaseti partiler kanalıyla bir yetki vereceğiz… Anahtar bizim elimizde gibi gözükmektedir. Geçmişte bize kazık atanlara bu seçimde hayır diyecek miyiz?  Sandığa giderken beynimiz özgür olacak mı, yoksa korkulara, belirsizliklere, beynimize ekilmiş kalıplara, algı operasyonlarına esir mi olacağız…

     Siyaset bir felsefedir ve biz bu felsefenin neresindeyiz… Verdiğimiz yetkileri takip edecek, sorgulayacak, eleştirecek düzeyde miyiz, yoksa uyku halinde miyiz?