İnsanoğlunun varoluşsal dürtüsü, her zaman bir “iz” bırakma tutkusunda somutlaşmıştır. Geçmişte bu tutku; kumda beliren bir ayak izinin geçici gururunda, çamurda biçimlenen bir adımın fiziksel kanıtında ya da modernleşmeyle birlikte atmosferi kirleten “karbon ayak izi”nin tartışmalı sorumluluğunda yankı bulurdu. Kumsalda geriye dönüp baktığımızda duyumsadığımız o ilkel doyum, “buradan geçtim” demenin sessiz utkusu, benliğimizin kısa süreliğine de olsa maddeye kazınmış bir aktarımıydı. O izler silinse bile, o an yaşanmışlığının bir izi, bir belirtisi olarak belleğimizde kalırdı.

Ancak, modern çağın teknolojik devrimi, bu iz bırakma eylemini kökten değiştirdi. Artık yalnızca fiziksel dünyada değil, sanal bir evrende de varlığımızı kayıt altına alıyoruz. İşte bu noktada, “dijital ayak izi” kavramı evrimleşerek, çok daha kişisel ve gizemli bir boyuta ulaştı: “dijital parmak izi”. Bir ekranın hassas yüzeyine yapılan en ufak bir dokunuş, bir alışveriş sitesinde atılan her sanal adım, sosyal medya platformlarında geçirilen her an, artık görünmez algoritmalar tarafından titizlikle kayıt altına alınıyor.

Bu yeni nesil izler, DNA’mızın benzersizliğinden bile daha kapsamlı bir analiz sürecine tabi tutuluyor. Bizleri, insan olmanın karmaşıklığı ve çelişkileriyle değil, algoritmaların soğuk, kesin mantığıyla tanıyorlar. Öyle ki, yakın gelecekte doğum günü armağanlarımızı seçen, ilgi alanlarımızı bizden daha iyi bilen, dahası belki de duygusal gereksinimlerimizi öngören yapay zekâ destekli sistemler durumuna gelecekler. Dostlarımız unutsa bile, algoritmalar doğum günümüzü anımsayacak… İşte bu ironik tablo, insan ilişkilerinin dijitalleşmeyle birlikte geçirdiği dönüşümü acı bir biçimde gözler önüne seriyor.

“Dijital ayak izi”nden “dijital parmak izi”ne geçiş, bu sanal varlığımızın giderek daha hassas ve kişisel verilerle örüldüğünü gösteriyor. Belki de gelecekte “dijital göz bebeği izi” ya da “retina izi” gibi daha da özel tanımlamalarla karşılaşmamız sürpriz olmayacak. Çünkü dijital dünya, yaşamımızın her köşesine nüfuz ederken, iz bırakma biçimlerimiz de sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisinde… Ancak değişmeyen bir gerçek var: İz bırakıyoruz, bu izler aracılığıyla sürekli gözetleniyoruz ve tuhaf bir biçimde bu durum, modern varoluşumuzun normalleşmiş bir parçası durumuna geliyor.

Bugün bir web sitesinde “tıklıyoruz”, bir gönderiyi “beğeniyoruz” ya da bir kanala “abone oluyoruz”. Bu sıradan eylemler, dijital dünyanın bizim hakkımızda, bizimle ilgili ne varsa toplamasına olanak tanıyor. Hangi markalara ilgi duyduğumuz, hangi kitapları okuduğumuz, dahası gelecekte hangi kitapları okumayı düşündüğümüz bile algoritmalar tarafından öngörülebiliyor. Bu algoritmalar, bize “Bu kitabı okumadan ölmeyin!” gibi iddialı öneriler sunarken, bizim bireysel seçimlerimiz ve özgür irademiz çoğunlukla bu algoritmik dayatmalarla çatışıyor. Bir algoritmanın önerdiği kitabı reddedip başka bir seçim yaptığımızda, bu durum dijital evrende bir tür uyumsuzluk, dahası bir başkaldırı olarak algılanabiliyor.

Daha da düşündürücü olan nokta, bizi bizden daha iyi tanıdığı ileri sürülen bu algoritmaların gerçekte ne kadar sınırlı bir anlayışa sahip olduklarıdır. Örneğin, yakın bir süre öncesinde satın aldığımız bir ayakkabının reklamlarının aylarca karşımıza çıkmaya devam etmesi, bu sistemlerin bağlamsal zekâdan ne kadar yoksun olduğunu açıkça gösteriyor. Tüketim döngüsünün dışına çıkan bireyler, bu algoritmaların gözünde anlaşılması güç “anormallikler” haline geliyor. Tüketmeyen insan, dijital kapitalizmin temel mantığına aykırı davrandığı için bir bakıma “dijital bir ihanet” işlemiş oluyor. İşin kara mizahı da tam bu noktada belirginleşiyor. Bir yandan sürekli olarak “kişisel verilerimizi korumalıyız” söylemlerini duyarken, diğer yandan kişisel bilgilerimizi izlemeyen ve istemeyen bir web sitesine rastlamak neredeyse olanaksız duruma geliyor. TC kimlik numaramızdan anne kızlık soyadımıza, çocukluk kahramanımızdan ilk aşkımızın saç rengine kadar en gizli bilgilerimiz, sanki dijital dünyanın olmazsa olmaz birer parçasıymış gibi ısrarla isteniyor. Belki de yakın gelecekte rüyalarımızın analiz edileceği uygulamaları telefonlarımıza indirmemiz istenecek olsa, kimse şaşırmayacak.

Çelişkili bir biçimde, toplumun bu dijital iz bırakma hevesi, genellikle sanal ortamla sınırlı kalıyor. Gerçek yaşamda parmak kaldırıp söz almaktan çekinen bireyler, sosyal medyada bir fotoğrafın altına yüzlerce yorum yazmaktan sakınmıyorlar, çekinmiyorlar. Üstelik bu yorumlar çoğunlukla yüzeysel, anlamsız ve yalnızca “yorum yapmış olmak için” yazılmış sözlerden oluşuyor. Aynı iltifatların gerçek yaşamda dile getirilmesi durumunda, hiç kuşkusuz arkasında başka anlamlar aranacaktır.

Sonuç olarak, dijital parmak izlerimiz modern varoluşumuzun ayrılmaz bir parçası durumuna geldi. Bu izleri bıraktığımız her sanal alanda varlığımızı onaylıyor, ancak aynı anda her geçen gün daha çok izleniyor ve algoritmik bir süzgeçten geçiriliyoruz. Asıl ironik olan ise, dijital çağda bırakılan bu izlerin; tarihe kazınan kalıcı eserler olmaktan çok, giderek anlamını yitiren, silikleşen ve dijital dünyanın sonsuz boşluğunda kaybolmaya tutsak / kaybolması kesin geçici izler olmalarıdır. Bizler iz bıraktığımızı sanırken, aslında bizi izleyen dijital sistemlerin karmaşık ağında kaybolup gidiyoruz.

Son bir soru sormak gerekirse; bu dijital ayak ya da parmak izlerimiz gerçekten kim olduğumuzu yansıtıyor mu, yoksa yalnızca algoritmaların okuyabileceği sahte, geçici ve silik birer kum izleri midir onlar? Belki de asıl trajedi, bu derin sorunun yanıtını bile dijital bir algoritmadan beklemek zorunda kalacak olmamızdır. Dünya durmaksızın dönerken, bizler yalnızca iz bırakmıyoruz, aynı anda o bıraktığımız izlerin sanal bataklığında yavaş yavaş boğuluyoruz.