Türkiye’de Göç, Kimlik ve Sessiz Şiddet

Cumhuriyet; bu toprakların yazgısına “ulus” diye bir özne yazmak için verilen en önemli, en değerli savaşımdı. İşgalin gölgesinde, cehaletin pençesinde, yokluğun eşiğinde; bir halk, yalnızca toprak değil, kimlik kazanmak için Cumhuriyet'le ayağa kalktı. Ama ne acıdır ki yüz yıl sonra, bu kimliği kazımak için mermiler gerekmiyor: Sessiz bir göç yetiyor.

Bugün Türkiye, yalnızca göç alan bir ülke değil; göç eden bir topluma dönüşüyor. Kademe kademe, mahalle mahalle, gelenek gelenek… Sessizce çekiliyor kendi ülkesinin kıyısına, saklanıyor kendi kabuğuna... Çünkü adı mülteci olan ama etkisi bazen işgal kadar derinleşen bir kimlik aşındırıcı göç dalgası, artık yalnızca sınırdan değil, sokaktan geçiyor, mahallelerimize yerleşiyor.

Son yıllarda akademik ortamda sıkça duyduğumuz bir kavram var: yavaş şiddet... 

Rob Nixon’un literatüre kazandırdığı bu kavram, savaşla değil, gözle görülmeyen ama uzun bir süreçte  öldüren şiddet türlerini anlatmak için kullanılıyor. Pestisit birikimi, çölleşme, atık sızıntıları gibi süreçler; "yavaş şiddet"  sınıflamasına giriyor. Sanırım artık bu listeye kültürel çöküşü, toplumsal çözülmeyi ve kimlik erozyonunu da eklemek gerekiyor.

Çünkü şiddet bazen patlamaz; mahallenin dili değişir, kadınlar sokağa çıkamaz olur, çocuklar okulda Arapça küfür öğrenir, kamu hizmetleri torpilli sığınmacıya döner, güvenlik endişesi günlük rutine dönüşür. Sonra bir bakmışsınız, şiddetin faili değil, mağduru olmuşsunuz.

Ama kimse vurulmamıştır. Çünkü bu vurulmadan öldüren, ölümlere neden olan bir şiddettir. Sessizdir, sinsidir, sistematiktir. En çok da, susarak yayıldığı için tehlikelidir.

Bu konuda konuşanların, yazanların başına neler geldiğini bilen biri olarak söylüyorum: Görmek yetmiyor, söylemek de cesaret istiyor. Çünkü sığınmacı politikasını eleştirmek “insan haklarına aykırı”, “ırkçı”, “popülist” olmakla eşleştiriliyor.

Ama gerçek şu:

Hiçbir insan kendi isteğiyle göçmen olmak istemez. Ama hiçbir toplum da zorla dönüşmek istemez.

Afganistan’dan, Suriye’den, Somali’den gelen yüz binler; yalnızca pasaport taşımıyor, aynı anda bir zihniyet, bir yaşam tarzı, bir şeriat yedeği taşıyor. Ve bu yedek, Türkiye’nin laik damarını sıkıştırıyor.

Kadınların üstüne örtü, çocukların önüne korku, sokakların içine tehdit düşüyor.

Bu duruma karşı çıkınca “nefret söylemi” oluyor. Ama susmak, halkın yaşadığı şiddeti inkâr etmek değil mi?

İşin gerçeği sorun göç değil. Sorun; göç yönetilmediğinde halkın kendi ülkesinde göçmenleşmesidir.

Kirayı ödeyemeyen genç, sosyal yardımdan yararlanamayan yaşlı, doğumhanede yer bulamayan kadın, polislikten elenen gencin yerine kontenjandan giren “misafir”… İşte o "misafir" topluluğuna tanınan ayrıcalıklar nedeniyle; ülkenin gerçek sahipleri, yavaş yavaş kendi ülkesinde yurtsuzlaşmaktadır.

Dünlerde bu ülke  emperyalizme karşı verilen bir savaşla kurtarılmış ve kurulmuştu. Günümüzdeyse emperyalizmin beslediği göç dalgalarıyla sessizce teslim alınıyor. Ne silah sesi var, ne de top gürültüsü… Ama gürültüsüz bir inkârın tam ortasındayız.

Ve soru şudur:

Günün birinde biz, bu ülkenin yorgun, bezgin, dargın çocukları; zorda kalıp da kapısını çaldığımızda, bize açar mı kapısını Batı?

Açmaz.

Çünkü Batı, krizi üretir ama sonucuna katlanmaz.

Bizi krizin bekçisi yapar.

Hem göçmeni tut, hem şikayet etme, hem yoksulluğa katlan, hem ses çıkarma…

Emriniz olur emperyalist efendiler; buyurmak istediğiniz acaba daha ne kaldı geriye? Söyleyin de bilelim; bu yok oluş sürecinde gerekirse kendimize ölümlerden, ölüm beğenelim.